Bölge Merkezli Kemalist Dış Politika

2.204

Türkiye 2000’li yıllara uluslararası arenanın saygın, sözü dikkate alınan bir dünya gücü olarak girmiştir. Bu olgu, İngiltere’de yayınlanan The Independent gazetesinin ödüllü dış politika yorumcusu Rupert Cornwel’in 18 Şubat 1999 günlü yazısının başlığıdır:

“Türkiye’nin başlıca bir dünya oyuncusu olarak yükselişi…”

Cornwell, Türkiye’nin “kırılgan bir hükümet” tarafından yönetilmesine, “terörün acılarını” yaşamasına ve ciddi ekonomik sorunları olmasına karşın, “bir dünya oyuncusu” olarak kendisini kabul ettirdiğine dikkat çekmiştir:

“Evet, bütün bu sorunlar doğru. Ama Mustafa Kemal’in 1923’te kurduğu devlet, komşuları için yeterince güçlü ve etkili. Bunu Kıbrıs, Yunanistan ve Suriye’ye sorabilirsiniz…”

Yazıda Türkiye’nin gücüyle ilgili verilen ilk örnek, Kıbrıs’ta Rumların adaya S-300 füzelerini konuşlandırma girişimine ilişkindir.

Kıbrıs Rum kesimi Ocak 1997’de adaya konuşlandırmak üzere Sovyetler Birliği’ne S-300 PMU-1 TMD füze sistemlerinin siparişini vermiş, ancak Türkiye’nin uyarısı üzerine konuşlanmayı gerçekleştirememiştir. Füzeler Yunan Girit adasında depoya kaldırılarak çürümeye terk edilmiştir.

Cornwell’in “Türkiye’nin bükülmez karşı koyuşu” olarak tanımladığı bu olayda kimse kimseye bağırıp çağırmamıştır. Sadece, füzelerin adaya konuşlandırılmayacağı söylenmiştir.

Nereden nereye… Türkiye’nin bükülmez karşı koyuşunun simgesi olan Girit’teki o S-300 füzeleri, günümüzde Rusya’dan alınan S-400 füzeleri için ABD’ye sunulan “hoş gör beni” önerisi olmuştur.

Cornwell’in yazısındaki ikinci örnek Abdullah Öcalan’ın Suriye’den sınır dışı edilmesidir:

“Türkiye birliklerini Suriye sınırına yığmış, İsrail’le kurduğu gayri resmi stratejik ortaklığını sessizce kullanarak, Şam’ın Öcalan’ı apar topar sınır dışı etmesini sağlamıştı… Ve şimdi de, Kürt liderinin, Yunanlılar tarafından koruma altına alındığı Kenya’dan sansasyonel biçimde kaçırılması… Atina, tarihi düşmanı tarafından uzun yıllardır böylesine küçük düşürülmemişti…”

Türkiye’nin Yeni Dünyası

Rupert Cornwell’in Türkiye için yaptığı “yükselen dünya oyuncusu” tespitinden sonra, Washington Orta Doğu Politika Enstitüsü tarafından 1 Ağustos 2000’de yayınlanan Turkey’s New World (Türkiye’nin Yeni Dünyası) kitabının önsözünde, Washington Orta Doğu Politika Enstitüsü Başkanı Fred S. Lafter ile Yönetim Kurulu Başkanı Michael Stein, “Türkiye’nin durağan siyasi bir aktörden daha iddialı bir ülkeye dönüştüğünü” belirtmiş ve kitapta yer alan makalelerin Türkiye değerlendirmeleri şöyle özetlenmiştir:

“(…) Türkiye bölgede tek başına üstün özelliklere sahip pivot bir devlettir. Kasım 1999’da Başkan Clinton “Türkiye’de Avrupa ve Müslüman dünyasının barış ve uyum içerisinde buluşabileceğini” belirtmiştir. Türkiye Batı ittifakı içinde Müslüman çoğunluğa sahip tek ülkedir… Türkiye’nin komşu ülkelere yönelik politika yaklaşımları, ABD’nin, sadece Ortadoğu değil başka bölgelere ilişkin politikasını da etkilemektedir…”

Kitabın editörleri olan Enstitünün Türkiye Programı Direktörü Alan Makovski ve Türk akademisyen Prof. Dr. Sabri Sayarı, birlikte kaleme aldıkları giriş yazısında, Türkiye’nin “dünya politikasında gerçek bir bölgesel güç ve pivot devlet olarak gün geçtikçe daha fazla ortaya çıktığını” özellikle vurgulamıştır.

1920’li ve 1930’lu Yıllar

Türkiye’nin 21. yüzyıla girerken bir dünya oyuncusu olarak yükselişi “Türk’ün Türk’e propagandası” değildir. Bugünlerin boş böbürlenmesi, hiç değildir. Bütünüyle gerçektir. Atatürk’ün 1920’li ve 1930’lu yıllarda başarıyla uyguladığı “bölge merkezli” dış politikasının 1970’li ve 1990’lı yıllarda yeniden yaşama geçirilmesinin sonucudur.

Atatürk’ün dış politikası, Hindistan’ın efsanevi lideri Gandi’nin sözleriyle “bütün mazlum ve tutsak ulusların” örnek aldığı, hatta İsveç gibi Batılı ülkelerin de benimsediği, çağdaş koşullara en uygun düşen, bağlantısız, aktif bir barış politikasıdır.

Temel ilkesi, komşularımızla ve yakın bölge ülkeleriyle iyi ilişkilere ve dayanışmaya öncelik vermektir. Amaç, çevremizde bir güvenlik kuşağı oluşturmak ve bölgemizdeki sağlam konumumuzdan güç alarak başı dik olarak dünyaya açılmaktır. Amaca ulaşılmıştır.

Türkiye 1932’de, üyelik statüsü başvurusu gerektiren Milletler Cemiyeti’ne davet edilerek üye yapılan ilk ve tek ülke olmuştur. Ötesinde, öncülüğünü Atatürk’ün yaptığı Balkan ve Sadabat Paktları ile çevresinde İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin de saygı göstermek zorunda kaldığı bir güvenlik kuşağı oluşturulmuştur. Lozan’da gerçekleştirilemeyen boğazlardaki egemenliğimiz 1936 Montrö Sözleşmesi ile Hatay’ın anavatana katılması da 1939’da silaha başvurmadan barışın zaferleri olarak çözüme kavuşturulmuştur.

Dünyanın hızlı adımlarla savaşa sürüklendiği yıllarda Türkiye, bir bölgesel güç olarak, Birinci Dünya Savaşı’nda kendisini Avrupa’dan sonra Anadolu’dan da kovarak yok etmeye kalkışmış olan Batılı devletleri dize getirebilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Balkan ve Sadabat Paktları ile bölgesinde bölge dışı etkileri dışlayarak oluşturmaya çalıştığı iş birliği ortamı işlerliğini yitirmiştir. Türkiye de kendi bölgesinde sağlayamadığı güvenliği bölge dışında, NATO üyeliğinde aramak zorunda kalmıştır.

Bülent Ecevit bu politika değişikliğini, dönemi Cumhurbaşkanı ve ana muhalefet lideri olarak yaşayan İsmet İnönü’nün tanıklığıyla, İkinci Dünya Savaşı ardından Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak istemlerinde bulunmuş ve Boğazları kendi denetimi altına alma niyetini açığa vurmuş olmasına bağlamıştır:

“1960’lı yıllarda… İsmet İnönü bir gün bana, ‘eğer İkinci Dünya Savaşı ertesinde Sovyetler Birliği bizi toprak istemleriyle tehdit etmiş olmasaydı bloklar dışında yansız bir devlet olarak kalmayı tercih ederdik.”

Bu politika değişikliği nedeniyle Türkiye, ekonomik ve askerî açıdan çok daha güçlenmiş olduğu halde, 1950’lerden başlayarak bölgesinde yalnızlaşmış, güvenliğini bölge dışı ülkelerin insafına bırakan bir ülke konumuna düşmüştür. Üstelik komşularının ve bölgedaşlarının gözünde, bölge dışı emperyalist güçlerin bir ileri karakol bekçisi gibi görülür ve kuşkuyla bakılır hale gelmiştir.

ABD Başkanı Lyndon Johnson’un Başbakan İnönü’ye gönderdiği 5 Haziran 1964 günlü mektup, Türkiye’nin güvenliği için Batı’ya da pek umut bağlayamayacağını göstermiştir.

Mektupta Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale ederek NATO üyesi müttefiki Yunanistan ile arasında gerim yarattığı takdirde, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi işgal girişimi karşısında NATO’nun bu işgale müdahalede çekimser davranabileceği kaydedilmiş; ayrıca, Kıbrıs müdahalesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Amerika’dan aldığı askeri araç ve gereçlerin kullanılamayacağı bildirilmiştir.

Bülent Ecevit, o tarihte Çalışma Bakanı olduğu Türk Hükümeti’nin Johnson mektubu ile ilgili değerlendirmesini şöyle aktarmıştır:

“Kendi bölgesinde yalnızlaşan Türkiye’yi, Batı, belli ki, kucağına düşmüş kurbanlık bir av gibi görüyordu: Bir Doğu-Batı savaşı çıkarsa Sovyetler Birliği’ne ilk ağızda verilecek ve Batı’ya zaman kazandıracak bir kurbanlık av… Öyle ki, Kuzey Atlantik ittifakının önderi durumundaki Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye eğer Kıbrıslı Türklere yönelik bir Rum soykırımı karşısında garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunacak olursa, Sovyetler Birliği’nden gelebilecek bir tehdit karşısında Türkiye’yi korumasız bırakabileceğini açığa vurmaktan kaçınmamıştır.”

1970’li ve 1990’lı Yıllar

Johnson mektubu, Türkiye’de Atatürk’ün bölge merkezli dış politikasını yeniden gündeme getirmiştir. Milli savunma sanayiin kurulması için somut girişimleri yaşama geçiren dönemin Türk hükümetleri, 1970’li yıllarda önce haşhaş ekim yasağını kaldırarak ABD’ye kafa tutmuş, 1974 Barış Harekâtı ile Kıbrıs’ta da iki ayrı devlete giden yolu açmıştır.

Bunları yaparken, ABD’nin silah ambargosuna boyun eğmemiş, misillemeleriyle ABD’yi geri adım atmaya zorlamıştır.

12 Eylül 1980 askeri darbesi bunu gelişmeyi bir süre aksatsa da, parlamenter demokrasiye dönülmesiyle birlikte, 1980’li yılların ikinci yarısında ve 1990’lı yıllarda ABD Kongresi’ne birbiri ardına sunulan Ermeni soykırımı tasarıları, ABD’nin Türkiye’deki askeri ayrıcalık ve kolaylıklarına kısıtlama koyulacağı açıklanarak başarıyla püskürtülmüştür.

Bir dünya oyuncusu olarak yükseldiği 1990’lı yıllarda Türkiye, karasularının 12 mile çıkarılmasıyla Ege’nin Yunan gölüne dönüştürülmesine izin vermeyeceğini, gerekirse savaşacağını dünyaya kabul ettirmiştir. Avrupa Birliği’ne de tam üye adayı olarak kabul edilmesi için dayatılan Ege ve Kıbrıs koşullarını da reddederek geri adım attırılmıştır.

Bu süreçte güçlendirilen iyi komşuluk ilişkileri sonucunda, Türkiye bir kez daha bölgesinde barışın ve iş birliğinin öncüsü olabilmiştir. Bölgesel ihtilaflarda, örneğin Suriye ile İsrail arasında dahi arabulucu, hatta hakem rolü üstlenebilmiştir.

Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton 15 Kasım 1999 günü TBMM’nde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin bu konumunu vurgulamış, hatta bir adım ileri giderek “laik ve demokratik düzeniyle dünyada milyarlarca insan için barış ve güvenlik teminatı” olduğunu belirtmiş ve “21. yüzyılın daha iyi şekillenmesi” için laik ve demokratik Cumhuriyet düzeniyle “dünyaya ilham kaynağı” olacağına inandığını söylemiştir.

Dünyaya Başı Dik Açılmak

Türkiye, kimilerince “çömez devlet” denilerek küçümsenmeye çalışılan 1920’li ve 1930’lu kuruluş yılları ile “güçsüz devlet” diye aşağılanmak istenen 1970’li ve 1990’lı yıllarda, gerçekte sözü dinlenen ve sözünün gereği yerine getirilen bir ülke olmuştur. Anılan yıllarda başarıyla uygulanan bölge merkezli dış politika Türkiye’yi “dünya politikasında bölgesel bir güç ve pivot devlet” olarak öne çıkartmıştır.

Ancak Türkiye, 20. yüzyıla damgasını vuran bu konumunu günümüzde AKP iktidarıyla birlikte bütünüyle yitirmiştir. Ne yaparsak yapalım, sesimizi ne kadar yükseltirsek yükseltelim, kimseye sözümüzü dinletemiyoruz. Elde edilen askeri başarılara koşut siyasi karşılık da elde edemiyoruz.

Müslüman Kardeşler hamiliği ile bütünleşen mezhep odaklı AKP dış politika uygulamaları, Türkiye’yi bölgedeki kanlı çatışmaların ortasında yalnızlaştırmış bulunuyor. Bu da Cumhuriyet tarihi boyunca yaşamadığımız bir beka sorunuyla yüz yüze kalmamıza yol açıyor.

Oysa Türkiye bir dünya oyuncusu olarak kendisini bugün de ortaya koyabilir. Mezhepçi yaklaşımları terk edip Atatürk’ün bölge merkezli dış politikasına yeniden işlerlik kazandırılırsa, bölgede yaşadığımız yalnızlıktan kolayca kurtulabilir ve yitirdiğimiz caydırıcılığı yeniden kazanabiliriz.

Dünya oyuncusu konumunu perçinlemek için Türkiye’nin aynı zamanda, ulusal çıkarlarını ABD, AB ve Rusya gibi yabancı güçlerin çıkarlarıyla örtüştürme arayışından da vazgeçmelidir. Daha fazla sıkışmadan, ödünler vermek zorunda kalmadan bu yanlıştan dönülmeli, yabancı güçlerin birbiriyle olan çelişkilerinden yararlanmaya dönük neo-Abdülhamit politikası mutlaka sonlandırılmalıdır. Bu politikanın Osmanlı Devleti’nin sonu olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye’nin çok boyutlu bir jeopolitik konumu vardır. Tarihsel, coğrafi ve kültürel açıdan hem bir Avrupa ve Balkan ülkesi, hem bir Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi, hem de bir Kafkasya ve Asya ülkesidir. Türkiye’nin bu konumunun çok kutuplu yeni dünya düzeninde çok büyük bir işlevselliği vardır.

Montrö ile perçinli boğazlardaki egemenliği ve Karadeniz’deki varlığı, Kanal İstanbul üzerinden tartışmaya açılmadığı sürece etkinliğini iyice artıracaktır. Günün birinde Türkiye’nin yerini ne Yunanistan’ın ne Bulgaristan ya da Romanya’nın ne de güneyimizdeki herhangi bir Ortadoğu ülkesinin alamayacağını görmek için haritaya bakmak yeterlidir.

Türkiye bu konumunun gereğini, bölge merkezli dış politikasını yeniden canlandırarak yerine getirmelidir. Bunu gerçekleştirdiğinde, son yıllarda yitirmiş olduğu ağırlığını gecikerek de olsa yeniden elde edebilecektir.

Ne Batılı müttefiklerinden ne de Rusya’dan lütuf beklemek zorunda kalmadan bölgesinde yeniden önder ülke durumuna gelebilecektir. Bu güçle başı dik olarak aynen 1920’li, 1930’lu, 1970’li ve 1990’lı yıllardaki gibi dünyaya açılabilecektir.

Bu yazı İKİNCİ YÜZYIL dergisinde yayınlanmıştır: https://ikinciyuzyildergi.com/2021/08/09/536/

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.