Neoliberal Küresel Kapitalizm: Kemalizm Yeni Dünya Düzenine Karşı

1.327

Sovyet sisteminin çöküş sürecine girdiği 1980’li yıllarda kapitalizm “neoliberal” bir anlayışla küresel boyutta yeniden yapılanmıştır. Böylece kurulan yeni bir dünya düzeninde Atatürk düşmanlığı bir anda bu düzenin ana ekseni olmuştur.

Küresel neoliberal Yeni Dünya Düzeninin tetikçilik görevi verilen iki ABD’li istihbarat görevlisi Paul Henze ve Graham Fuller Türkiye’yi mesken tutmuşlar, devşirdikleri yerli işbirlikçileriyle birlikte, Türkiye’ye Atatürk’ün mirasını reddettirmek için büyük bir kampanya başlatmıştır. Atatürk’ün geçmişte kaldığı, düşüncesinin modasının geçtiği, Türkiye’nin laiklikten vazgeçerek İslam’a dönmesi gerektiği propagandası beyinleri yıkamaya başlamıştır.

Rastlantı mı?

O tarihlerde birden ortaya çıkan bu neoliberal tetikçilerin Atatürk düşmanlığına kimse fazlaca bir anlam verememiştir. Ancak zaman içinde anlaşılmıştır ki, Atatürk Yeni Dünya Düzeninin önünde büyük bir engeldir ve bertaraf edilmeye çalışılmaktadır.

Osmanlı Edebiyatı

ABD’nin Yeni Dünya Düzeni, Prof. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabının ana tezleri doğrultusunda kurgulanmıştır. Büyük Ortadoğu Projesi ile de yaşama geçirilmiştir.

Küreselleşmeci neoliberal bu düzenin ana ekseni, Türkiye’ye “ılımlı İslam” rolünün biçilmesidir. Böylece gerçekleştirilmek istenen olay, özünde, Atatürk’ün laik ve demokratik devrim projesinin reddedilmesidir.

Atatürk, halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede, dini ve feodal bir imparatorluğun küllerinden “çağdaş bir dünya devleti” yaratmıştır. Bu devlet, Medeniyetler Çatışması tezini yalanlayan canlı bir örnektir. “Sonları geldi” denilen ulus devlet yapısını da korumaktadır. Dolayısıyla, Yeni Dünya Düzeninin önünde bir  tehdittir.

Türkiye, ülke içinde bir arada yaşama iradesini pekiştirip ekonomik sorunlarını da aşarsa, başta İslam coğrafyası dünya genelinde ilham kaynağı olma potansiyeli daha da büyüyecektir. Bu da Yeni Dünya Düzeninin kurgusunu bozacaktır…

Atatürk’ün “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” karakterli Türk Devrimi, aslında 1980’li yıllardan buyana ABD’nin neoliberal sözcülerinin hedefindedir.             Osmanlı’yı diriltmek edebiyatıyla Atatürk’ün ve Türk Devrimi’nin yıpratılması için yoğun bir çaba harcanmıştır.

Bu konuda ilk adım, 1983’te İstanbul’da katıldığı bir toplantıda, eski CIA Türkiye istasyon şefi Paul Henze tarafından atılmıştır:

“Orta gelecekte Osmanlı’nın siyasi haritasını diriltmek neden mümkün olmasın?” [1]

Uğur Mumcu’nun yazılarında “karanlıklar prensi” olarak tanımladığı Paul Henze’nin bu sözleri adeta bir işaret fişeği olmuştur. “Yeni Osmanlıcılık” ve “Yeni Türkiye” söylemleri, özellikle İslamcı düşünceden etkilenen sağcı aydınlar ile kendilerine liberal süsü veren kimi eski solcular tarafından dillendirilmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğun geçmiş başarıları, fetih dönemleri düzülen özel övgüler öne çıkarılmıştır.

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun anlatımıyla,  “Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında devreye giren Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük hareketleri yeni olmakla birlikte yakın tarihin içinde süreklilik arzeden söylem ve tavırlarla tekrar gündeme gelmiştir.” [2]

Yeni Osmanlıcı çizgi, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu yıllarda Turgut Özal tarafından özellikle dillendirilmiştir. Özal, ekonomideki neoliberal küresel söylemiyle birlikte, Yeni Dünya Düzeni ile geleneksel değerler arasında bağlantı kurmaya çalışmıştır. Turgut Özal’ın “yeni-Osmanlıcılık etkisini barındıran iç ve dış siyasi söylemi 1987-93 yılları arasında öne çıkan ve yükselen akım olmuştur.” [3]

Ahmet Davutoğlu’na göre, Cumhuriyet Türkiye’nin İslam dünyası ile kader çizgisini ayrıştırmıştır. Ortadoğu’ya sırtını dönen Türkiye, Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasının derinliğine yönelik etkinliğini sürdürememiş, orada beş yüz sene süren hâkimiyetin getirdiği avantajları yeterince kullanamamıştır. [4] Örneğin, enerji pastasından payını alamamıştır.

Bu durumu “doğunun ilk anti sömürgeci bağımsızlık savaşı yapmış Türkiye için önemli bir uluslararas yalnızlaşma tablosu”  [5]olarak niteleyen Davutoğlu, Stratejik Derinlik adlı kitabını şu önerisiyle sonlandırmıştır:

“(…) Türkiye, tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver bir ülke olan Türkiye bunu yapabilmesi durumunda jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.” [6]

Ancak, bunun gerçekleştirmesi için Ahmet Davutoğlu’nun bir ön şartı vardır. Türkiye’nin “kimlik meselesinde kapsamlı bir yenilenme sürecine girmesi” gerekmektedir. [7] Açık anlatımıyla, Türkiye kendisini laik ve demokrat olarak değil, daha İslami bir çizgi vurgusuyla tanımlamalıdır.

“Yeni Osmanlıcılık” ve “Yeni Türkiye” özlemi, özünde, Medeniyetler Çatışması anlayışıyla Türkiye’yi etnik ve dini cemaatler temelinde ayrıştırmaya dönük bir projedir. ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi ile filizlenmiştir.

Bu projenin portföyüne Türkiye için güncellenmiş bir Sevr haritası da eklemiştir.

Yeşil Kuşak

1980’ler Sovyet sosyalist sisteminin ABD odaklı Batı kapitalizmi karşısında gerilediği yıllardır.

Neoliberal küresel dalga dünya genelinde yükselmektedir.  Muhalefif kıpırtılar da Batı’nın öncü ülkelerinde, İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronalt Reagan yönetimleri tarafından bir tür devlet terörü uygulanarak bastırılmaktadır. “Demir leydi” lakaplı Thacher’ın maden işçilerinin, Reagan’ın havaalanları kule görevlilerinin grevlerine karşı tutumları, tek kelimeyle faşizanca olmuştur.

Küresel neoliberalizmin o günlerde İslam coğrafyasındaki yapılanması Yeşil Kuşak Projesi ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Yeşil Kuşak Projesi, dönemin ABD Başkanı (1977-1981) Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski tarafından soğuk savaş döneminde 1977’de geliştirilmiştir. Amaç, Ortadoğu’daki milliyetçi Arap rejimlerinin Sovyetler Birliği’de yakın politikalar izlemesi engellemek ve 1979 ‘da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalini sonlandırmaktır.

Bu proje, Amerika’da “en etkili dış politika” yayını olarak bilinen Foreign Affairs dergisinde şöyle değerlendirilmiştir:

“ABD’nin çıkarları, yeni İslamcı yönetimleri tecrit etmekte değil, onlarla dostça ilişkiler sürdürmekte, ticaret ve iletişim kanallarını kullanarak o ülkelerdeki liberal demokratik unsurları elde tutmakta yatıyor. Böyle yaparak, ABD hem kendi hem Ortadoğu halklarının çıkarları için en iyi hizmeti yapmış olur…

İslamcı liderlerin çoğu terörist imajına oturmuyor ya da Ortaçağ figürü çizmiyor… Hastaneler, okullar ve işletmeler yöneten mühendisler, doktorlar, akademisyenler, avukatlar ve işadamları… Hiçbirinin aklından, ekonomik ve toplumsal yapıyı değiştirmek ve geçmişe dönmek geçmiyor…

Çoğu ülkede İslamcılar laik partilerle yan yana faaliyet gösteriyor, liberal söylemler kullanıyorlar ve Türkiye, Pakistan ile Mısır’da ‘demokrasinin kurallarına uyarak‘ parlamentolarda temsil edildiklerini ifade ediyor…” [8]

ABD, İslam coğrafyasında kimin dini nasıl yorumladığı ve uyguladığıyla ilgili değildir. Önceliği, bölge ülkelerinin ve örgütlü yapıların anti-Amerikancı olmamasıdır.

ABD, Yeşil Kuşak Projesi ile İslam dünyası ile bu bağlamda “kontrol ve kullanım” bağı kurmayı amaçlamıştır. Bu amaç doğrultusunda,  dini, kültürel, askeri ve ekonomik boyutları olan çok yönlü bir proje oluşturulmuştur.

İslami değerler, Vahhabi-Selefi yorumu temelinde “cihatçı” yapısıyla ön plana çıkarılarak siyasallaştırılmış, böylece Müslüman toplumların Sovyetlere karşı bir kalkan olarak kullanılması öngörülmüştür.

Öncelik Afganistan’daki Sovyet işgalini önlemek olsa da, proje Afganistan ile sınırlı kalmamıştır. Bütün İslam coğrafyasından, ABD’den ve Avrupa’dan Müslüman gençler toplanmış, eğitimden geçirilerek Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa sürülmüştür. Böylece oluşturulan cihatçılara da mücahit adı verilmiştir.

Bugün ABD, Dr. Frankenstein misali, kendi yarattığı bu canavarla karşı karşıyadır. Ortadoğu coğrafyasını dini ve etnik temelde kan göllerine boğan teröristler, Yeşil Kuşak Projesi ile örgütlenen zaman içinde kontrollü biçimde din temelli medeniyetler savaşına sürüklenen bu yapının ürünleridir.

1980’lere gelindiğinde önce Pakistan’da, sonra Türkiye’de, ABD’li yetkililerin “bizim çocuklar” dediği generaller tarafından gerçekleştirilen askeri darbeler, Yeşil Kuşak Projesi kapsamında sahnelenmiştir.

Aynı şekilde, Türkiye 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin ardından 12 Eylül 1980 askeri darbesine sürüklenirken birbiri ardına işlenen aydın cinayetlerinin de sonuçları itibariyle Yeşil Kuşak Projesi’nden bağımsız olduğu söylenemez.

Bu süreçte hedef seçilerek katledilen Doğan Öz (24.03.1978), Bedrettin Cömert (11.10.1978), Bedri Karafakioğlu (20.10.1978), Abdi İpekçi (01.02.1979 – Humeyni’nin uçağı Tahran’a indikten birkaç saat sonra), Cavit Orhan Tütengil (07.10.1979), Ümit Kaftancıoğlu (11.04.1979) Atatürkçü sol aydınlardır. Dönemin neoliberal dalgasına direnmekte, başta üniversite gençliği ve işçi sınıfı, toplumu Atatürk’ün “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” hedefi doğrultusunda kenetlemeye çalışmaktadırlar.

Kısa aralıklarla katledilmeleri, 12 Eylül darbesine ortam hazırlamıştır. Ötesinde, Atatürkçülüğe alternatir sözde milliyetçi, özde ise anti-komünizm maskesi arkasında Amerikancı bir gençlik örgütlenmesinin yolunu döşemiştir.

Neoliberal Dalga

12 Eylül (1980) askeri darbesi ile 24 Ocak 1980 günlü neoliberal ekonomi politikalar kurumsallaştırılmış, Türkiye küresel düzene eklemlenmiştir.  “24 Ocak kararları ve 12 Eylül rejimi içinden neoliberalizme geçiş, planlamanın ‘kalkınmacı’ özelliklerini de ortadan kaldırmıştır.” [9]

Ötesinde, ulusal ekonomi hedef alınmış, devletin sermaye birikimi sürecinde aktif rol oynadığı 1980 öncesi karma ekonomi çizgisi 24 Ocak kararları doğrultusunda adım adım terk edilmiştir. [10]

24 Ocak-12 Eylül Modeli ile birlikte iç pazar yavaş yavaş dünya sermayesinin eline geçerken, [11]  dış politikada ABD çizgisi benimsenmiştir.

Nihayet, yeni bir anayasa yapılarak özgürlüklerin kullanımı yaşamın her alanında alabildiğine daraltılmıştır.

Bu değişiklikler, özellikle özgürlüklerle ilgili olanlar, topluma zor kullanılarak dayatılmıştır.  Sokağa çıkan, sesini yükselten, sömürüye hayır diyen yüz binlerce solcu, aydın ve işçi önderi tutuklanmıştır. İşkencelerden geçirilmiş, aileleriyle birlikte hayatları karartılmıştır. Sendikalar susturulmuş, sol aydınlarla birleşen işçi sınıfı hareketi bastırılmıştır. Anayasal hakları ellerinden alınmıştır.

Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası (TTSİS)  Başkanı Halit Narin, 12 Eylül’ün bu faşizan karakterini çarpıcı bir cümleyle ortaya koymuştur:

“Bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde…” [12]

Atatürk’ü Reddetmek 

Atatürk, 12 Eylül darbecilerinin dilinden hiç düşmemiştir. Ancak bu aldatıcı, hatta çarpıtıcı bir dil olmuştur.  12 Eylül ile Atatürk maskesi altında Atatürk karşıtlığının örgütlendiği bir süreç başlatılmıştır.

12 Eylül, solu dengelemek adına İslami hareketlerin önünü açmıştır. Nurculuk, kimi iç ve dış mihtaklarca, zamanın ruhunu yaşayan modern ve iyi bir tarikat olarak pazarlanmıştır. Bu hareketin içinden özel olarak seçilen Fethullah Gülen bir tür korumaya alınmış, devlet içindeki Atatürk düşmanı yapılanmasına yol verilmiştir.

İslamcı Atatürk düşmanlığı, “İkinci Cumhuriyetçi” denilen ABD ve AB güdümlü liberal iddialı bir grup tarafından da desteklenmiştir. Bir kısmı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle hayal kırıklığına uğramış eski solculardan oluşan bu gruba göre, Kemalizmin modasının geçmiştir.  Cumhuriyetin demokratikleştirilmesinin zamanı gelmiştir.

İkinci Cumhuriyetçi bu aymazlar, demokratikleşme adına dinciliğe ve etnik ayrımcılığa destek vermekten kaçınmamıştır. Atatürkçü aydınların birbiri ardına katledilmeleri de onları uyandırmaya yetmemiştir.

Bu süreçte katledilen Atatürkçü aydınlar için kimse “raslantısal bir hezeyanın kurbanı oldular” diyemez. Hepsi tek tek, bize Atatürk’ü unutturmak, Atatürkçülükten korkutmak için özenle seçilmiş kanaat önderleridir.

Prof. Dr. Muammer Aksoy, pompalanan Atatürk düşmanlığına karşı direnmek amacıla Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurduktan yedi ay sonra 31.01.1990 günü kahbe ve korkak bir cinayete kurban girmiştir.

Muammer Aksoy’un katledilmesini Genel Yayın Yönetmeni olduğu Hürriyet’te “Terör Kapıyo Çaldı” başlığıyla duyuran Çetin Emeç, 07.03.1990 günü hedef alınmıştır.

Aksoy ve Emeç’i, Atatürkçü ilahiyatçılar, Tarık Dursun (04.09.1990) ve Prof. Dr. Bahriye Üçok (06.10.1990) izlemiştir.

Bu cinayetleri görerek, hiç kuşkusuz kendilerinin de hedef alınacağını bilerek, ama korkmadan Atatürkçü mücadeleyi sürdüren Uğur Mumcu 24.01.1993’te, Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday 15.07.1995’te, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da bizden koparıldmıştır.

Atatürk’ün mirası sadece düşünsel olarak değil, o mirası sahiplenen toplum öncüleri de yok edilerek hafızalardan silinmeye çalışılmıştır.

ABD Parmağı

Atatürkçü aydın cinayetleriyle desteklenen İkinci Cumhuriyetçi ve İslamcı Atatürk düşmanlığının düşünsel altyapısı ABD’de oluşturulmuştur:

ABD dış politikasının oluşumunda etkili ve de rolü bulunan Rand Corporation, Paul Henze’ye hazırlattığı “Türkiye: 21. yüzyıla doğru” [13]başlıklı raporunda, “Yeni Dünya Düzeni ile Atatürkçülük modasının geçtiğini” ve Atatürkçülüğün Türkiye’nin geleceğinde yeri olmadığını öne sürmüştür.

Raporda Atatürkçüler “klasik” kalmakla suçlanmıştır:

“Bu klasik Atatürkçüler, laikliği idealleştirdiler, zaman zaman İslamı reddetme noktasına kadar yaklaştılar…”

Paul Henze imzalı bu raporda, “ulus devletler döneminin bittiği” de öne sürülmüş ve Osmanlı’nın çok uluslu düzeni önerilmiştir:

“Türkiye Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir…”

Bu bağlamda, Türkiye’nin dış politikasında Atatürkçü duyarlılıklarından vazgeçmesi gerektiği savunulmuş, yerine, “Türkçülük anlayışını İslam temeline oturan Pan-Türkist politikaların benimsemesi” önerilmiştir.

Atatürkçülerin din konusundaki kaygılarını yapay bulan Henze’ye göre, Pan-Türkist politikalar, Nurculuk ve Nakşibendîlik temeline dayanacaktır. Said-i Nursi’nin öğrencileri olan Nurcular, bu bağlamda “modern yaklaşımlı” bir takikatır. Nakşibendîler de “geriye dönük değildirler”.

Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya dönüşünde tarikatların özel bir sorumlulukları olacağı öne sürülen raporda bu tür dini gruplar şöyle değerlendirilmiştir:

“Eski Sovyetler’deki bağımsız Türkî cumhuriyetlerde ortaya çıkan girişimci sınıflar için doğal bir bağlantı noktası işlevi görmektedirler…  Türk siyasetinde siyasallaşmış İslam’ın da, Arap ve İran parasının da etkisi, Amerikan siyasi hayatındaki bazı akımlardan daha büyük değildir…”

Paul Henze bu görüşlerini sadece yazmakla kalmamış, yaşama geçirmek için eyleme de geçmiştir.

Rand Corporation’ın ısmarlama Atatürk karşıtı raporunu yazdıktan hemen sonra, 1993 sonbaharında, “American-Turkish Friendship Council” danışmanı olarak, beraberinde bazı Amerikalı ve Türk iş adamları, Türkçe konuşan Orta Asya cumhuriyetlerinde Fethullah Gülen propagandası yapmıştır.

Başını Henze’nin çektiği bu gezi sonrasında Türkî cumhuriyetler, yılda 2 milyar doları bulduğu tahmin edilen bir finansman desteğiyle, dört bir yandan Fethullahçı okullarla sarılmıştır.

Bu süreçte “Kemalizm miadını doldurmuştur” diye ortalığa salınan bir diğer ABD istihbarat görevlisi de önde gelen İslam ve Türkiye uzmanlarından eski CIA Ortadoğu Dairesi sorumlusu Graham Fuller olmuştur.

26 Şubat 1990’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan söyleşisinde, Atatürk’ün geçmişte yaptıklarına saygı duyduğunu, ancak “artık piyasacı-küreselleşmeci İslam’ın ana belirleyici olduğu Osmanlı benzeri yeni Türkiye’nin zamanının geldiğini” öne sürmüştür:

“Atatürk’ün 1920’lerde Türkiye’nin ayakta kalma mücadelesi sırasında oynadığı kritik tarihi role çok büyük saygım var. Ayrıca modern Türkiye’nin kalkınması, ‘vizyonu’ Atatürk’ün hazırladığı platform sayesinde olabilmiştir.

Ancak dünyada hiçbir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an veriyor. Liderler ölüyor. Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyor.

İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenden farklı değildir… Atatürk’ün düşünceleri, çağı için son derece güçlü düşüncelerdi.

Ancak onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiyesi, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.” [14]

Graham Fuller, Atatürk’ün tarihteki bir geçmiş zaman kahramanı olarak saygı görmesine itiraz etmemektedir. Ancak orada kalmasını, açık anlatımıyla tarihe gömülmesini istemektedir. Düşünceleri çağı için güçlü de olsa, Atatürk artık “Türkiye’nin geleceğini şekillendiremez” demektedir.

Türkiye’nin “İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olmasını” öneren Fuller, Atatürk’ün hilafeti kaldırarak bunu engellediğini, bütün Müslümanları karşısına aldığını da öne sürmüştür:

“Atatürk’ün 1924 yılında bizzat bütün Sünni dünyanın en üst dini mercii olan Halifeliği kaldırmasıyla birlikte Türkiye, İslam dünyası ile ilişkilerine en önemli darbeyi vurmuş oldu… Halifeliğin kaldırılması” aynı zamanda, “bizzat İslamın kendisine de bir darbe indirdi…” [15]

Fuller, 2002 seçimlerini Türkiye için yeni bir fırsat saymaktadır. Böylece, Kemalist ideolojinin aşırılıklarının törpüleneceğini ve milletin Cumhuriyet öncesi geçmişiyle daha rahat ve ‘normal’ bir ilişkiye dönmesini sağlayan bir sürecin başladığını” [16] savunmuştur:

“Türkiye, 2002 yılında, İslam tarihinde bir ilke imza atmış ve İslamcı bir partiyi serbest seçimlerle ulusal iktidara getirmek suretiyle tarih yazmıştır.

2007 yılında hala iktidarda olan bu hükümet, Kemalizm’in mirası ve Türkiye’nin Batılılaşma yönündeki cebri yürüyüşü ile Türk kültürünün geleneksel ve İslami unsurlarını birbiriyle uyumlaştırmaya çalışmaktadır.” [17]

Fuller’in Atatürk ve Türkiye tezleri, aynen Paul Henze’ninkiler gibi, tutarlı değildir. Birbiriyle çelişen argümanlar üzerine kuruludur. Örneğin, İslam’ın demokrasi ile uyumu konusundaki düşünceleri olumlu değildir. [18]  Buna rağmen, Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesini “demokratikleşme” olarak değerlendirmektedir.

“Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır.” [19]

İsevi Müslümanlığı

            Graham Fuller’in İslamcı partileri yüceltmesi de, Paul Henze’nin “modası geçti” dediği Kemalizmin yerine Nurculuğu önermesi de rastgele olmamıştır. Bu üzerinde çalışılmış bilinçli bir ABD projesidir.

ABD, “ılımlı İslam” etiketli Büyük Ortadoğu Projesi ile bölgenin enerji kaynakları üzerindeki kontrolünü pekiştirmeyi öngörmektedir. Bunun için öncelikle yapılması gereken Ortadoğu’daki Amerika karşıtlığının dizginlemesidir.

Bunun için laik sistemler desteklemeyecektir. Özellikle de Atatürk’ün izindeki laik Türkiye, Ortadoğu’daki Amerikan karşıtlığını önlemede artık örnek gösterilmeyecektir. Çünkü Atatürk modelin “tam bağımsızlık” ilkesi Amerikan çıkarlarına ters düşmektedir.

Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, bölgede radikal İslamcı akımlar küresel kapitalist sistem içine çekilecek ve özleri “ılımlı İslam” etiketiyle dönüştürülecektir.

Öngörülen dönüşüm, İslamı olabildiğince Hıristiyanlığa yaklaştırmaktır. Böylece, Samuel Huntington’un “Hıristiyanlık ile uyumsuz medeniyet ” olarak tanımladığı İslamın Hıristiyanlık ile uyumu gerçekleştirilecek ve İslam coğrafyasındaki enerji kaynaklarının kontrolü güvenceye kavuşacaktır.

Graham Fuller’in Türkiye’nin öncülüğü üzerine kurguladığı bu proje, Paul Henze tarafından Nurculuk temeline oturtulmuştur. Ona göre, Türkiye’de “ılımlı İslam” projesinin uygulanmasında Nurculuğun kurucusu Said-i Nursi’nin “İsevi Müslümanlığı” yaklaşımından yararlanabilmelidir.

Said-i Nursi, Mektubat adıyla yayınlanmış bulunan sohbetlerinde, İslam ile Hıristiyanlığın ahir zamanda (kıyamet öncesinde) bütünleşeceği,  Hıristiyanlığın Hazreti İsa tarafından “bir nevi İslamiyet’e”  dönüştürüleceği iddia etmiştir:

“İşte böyle bir sırada, (…) Hazreti İsa (as)’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibarert olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, (…) hal-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi (saflaşacak) edecek, hurafattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek; manen Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet’e inkilap edecektir.” [20]

Said-i Nursi’ye göre, Hıristiyanlığın özü “İsevilik dini” diye tanımladığı İsa’nın yaşam kurallarıdır. Bu kurallar Hazreti İsa’dan sonra terk edilmiş. Hıristiyanlık özünden koparılarak saf halinden uzaklaştırılmıştır.

İsa’nın “ilahlaştırılmış” olması bunun en çarpıcı kanıtıdır.

Said-i Nursi, Hazreti İsa’nın ilahlaştırılmış olmasını Hıristiyanlığın hakiki İsevi özünden sapma olarak eleştirdiği halde, İsa’yı ilahlaştıran Hıristiyanlığın “yeniden doğuş” inacını sahiplenmiştir.

Oysa Hazreti İsa Kuran’da aynen Hazreti Muhammed gibi Peygamber olarak görevlendirilmiş bir beşer (insan) olarak tanımlanmış, öldüğü de özellikle vurgulamıştır. [21] Buna karşın Said-i Nursi kimi hadislere atıf yaparak Hazreti İsa’ın ahir zamanda yeniden dünyaya geleceğini öne sürmüştür. [22]

Kuran’a dayanarak İsa’nın ikinci kez dünyaya gelişini kabul etmeyenlere de, İsa’ya bu konuda Allah katında söz verildiği ve görev yüklendiği, Yaradanın bu vaadini yerine getireceği, buna muktedir olduğu biçiminde bir yanıt vermiştir.

Said-i Nursi’ye göre, yeryüzüne döndüğünde İsa Hıristiyanlığı hurafelerden sıyıracak ve İslamın gerçekleriyle buluşturacaktır:

“Hazreti İsa’nın yeryüzüne ilk gelişinde tebliğ etmiş olduğu ve manevi şahsiyetinden ibaret olan gerçek İsevilik dinini canlandıracaktır… Böylece Hıristiyanlık hurafelerden sıyrılıp saf haline dönüşecek, ismen olmasa dahi manen İslam’ın gerçekleriyle birleşecek ve İslam’a dönüşüme başlayacaktır…” [23]

Said-i Nursi’ye göre, İsevilik ve İslamiyet aynı hedefte birleşince ayrı ayrı iken mağlup oldukları inançsızlığa karşı galip gelecektir.  Bunda da belirleyici rolü yeryüzüne dönen Hazreti İsa oynayacaktır. İsa, “ittihat” (birleşim) ile ortaya çıkacak “hak dini”nin başına geçecek, “semavî vahyin kılıcıyla” dinsizliği temsil eden Deccal’i öldürecektir. [24]

Said-i Nursi, bu görüşünü Deccal’i sadece Hazreti İsa’nın yok edeceği yoludaki gerçekliği tartışmalı kimi hadislere dayandırmıştır. Bu arada, İsa’nın bu mücadelesinde “Müslüman İseviler” adını verdiği bir cemaat tarafından destekleneceğini de söylemiştir:

“’Müslüman İseviler’ ünvaına layık bir cemiyet, Allah’ı inkâr eden Deccalları Hazreti İsa’nın yönetiminde öldürecek ve dağıtacak, insanlığı dinsizlikten kurtaracaktır.” [25] 

İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelişinde Kuran’a tabi olacağını, Kuran ile hükmedeceğini söylemesine karşın, Said-i Nursi’nin İsa’ya biçtiği ilahi ahiret zamanı rolü, Allah’a şirk koşulduğu ve Hazreti Muhammed’in son peygamber olduğu yolundaki İslam inancıyla çeliştiği vurgularıyla eleştirilmiştir.

1980’li yıllarda Nurcu hareketi içinde adını duyuran, sonraki yıllarda ABD himayesinde kendi adıyla anılan sapkın örgütü oluşturan Fethullah Gülen de, İslamın Hıristiyalık ile birleşeceği konusunda Said-i Nursi ile paralel düşünmektedir. Hatta “Müslüman İseviler” övgüleriyle İslam inancında yeri olmayan bu iddiayı daha ileri götürmüştür:

“Bugün Müslüman olmasa da Hıristiyanım ama Hz. Muhammed’in de Hz. İsa gibi Allah’ın Resülü olduğunu kabul ediyorum diyenlerin sayıları düne nisbeten kat kat artmaktadır.” [26]

Fethullah Gülen, kendilerini “Müslüman İseviler” olarak tanımladığını belirttiği bu Hıristiyanların Kuran sohbetlerine katıldıklarını, Müslümanların da İncil derslerine katılabileceklerini ifade etmiştir:

“’Siz de bizim İncil derslerimize iştirak edin’ diyorlar. Bu gidip gelmelerle Kuran’a göre bir Hazreti İsa inanışı çıkıyor ortaya. Kiliseden, Efedimize inanan, kendilerine “Müslüman İseviler’ diyen insanlar çıkabiliyor. Bunu, İseviyetin tasaffisi, mesihiyet ruhunun mukaddimesi saymada bir mahzur görmüyorum.” [27]

Fethullah Gülen, “bir kurtarıcının gelip o dünün mensuplarını sıkıntıdan kurtaracağı inancı” olarak tanımladığı ve bütün dinlerde olduğunu öne sürdüğü “mesihiyet ruhunu” İsa ile özdeşleştirmiştir. Cemaatinin yayın organı Aksiyon dergisinin 8 Aralık 2003 günlü 470. sayısını kapağında İsa’nın resminin üzerine şu sözler yazılmıştır:

“Dünya Onu bekliyor. O gelecek, barışı kuracak, insanlık kurtulacak.” [28]

Gülen’e yakın bir ilahiyatçı olan Suat Yıldırım’ın “Hz. İsa’nın etrafında bütünleşelim” çağrısına da yer verilen derginin kapak yazısında özetle şu görüş savunulmuştur:

“Müslüman ve Hıristiyanların Hz. İsa’nın Mesih olarak dünyaya geri dönüşünde bütünleşerek hem kendilerini hem de bütün insanlığı kurtarmaya yönelmeleri ortak idealimiz olmalıdır.” [29]

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk İsa’ya böylesi bir ilahi görevin yüklenmesinin “şirke bulaşmak” ve “Hazreti Muhammed’in terk ve inkârı” olacağını belirtmiştir. [30]

Said-i Nursi ve Fethullah Gülen’in “Müslüman İseviler” yaklaşımı, dönemin ABD Başkanı George Bush’un Evangelist saplantılarıyla bire bir örtüştüğü gibi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin desteklenmesine de bir tür İslami kılıf olmuştur.

Bu kılıf, İslamiyet ile İseviliği bütünleştirmeyi amaçlayan “dinlerarası diyalog” ve “medeniyetler” ittifakı çalışmalarıa önde gelen Nurcu ilahiyatçılar tarafından bir tür dini görev vurgusuyla verilen destekle de pekiştirilmiştir:

“İslamiyetin yapısında güçlü bir İsevi nefes ve damar vardır. Diyalog Müslümanlar için hem bir görev, hem ihtiyaç ve hem de gereklidir.” [31]

“Müslüman İseviler” yaklaşımı, bir amacı da İslamı dönüştürerek Hıristiyanlığa yakınlaştırmak olan Türkiye’deki misyonerlik faaliyetlerine de malzeme olmuştur.  Özünde bütün dinlerin bir olduğu, bu nedenle Kuran mealinde İncil ve Tevrat’tan yapılan alıntıların Kuran ayetlerinin arasına koyulmasında bir sakınca olmadığı görüşleri dillendirilmiştir. [32]

Yeni Dünya Düzeni

İkinci Cumhuriyetçi ve İslamcı kimi grupların, Paul Henze ve Graham Fuller’in orkestrasyonında Atatürk düşmanlığı yapmaları tesadüf müdür?

Atatürk, küresel Yeni Dünya Düzeni’nin önünde engel olarak görülmektedir. Düşünceleri, öngörüleri ve gerçekleştirdikleriyle, başta “enerji zengini” Ortadoğu ülkeleri olmak üzere dünyadaki “gelişme yolundaki orta boy” devletlerin Yeni Dünya Düzeni’ne eklemlenmelerini zora sokacağı değerlendirilmektedir.

Atatürk’ün laik ve demokratik Kemalist modeli, karakteri “tam bağımsızlık” olan “ulusal devlet” esaslı bir projedir. Yeni Dünya Düzeni ise ulusal devlet düzeninin son bulmasını öngörmektedir.

Özellikle Ortadoğu’nun “enerji zengini” İslam ülkelerinin üniter yapılarını sürdürmeleri ABD’nin ve genel olarak Batı dünyasının çıkarlarına uygun değildir.

Yeni Dünya Düzeni’nde hedef, İslam coğrafyasında ulusal devlet modelinin terk edilmesi, bunun yerine, Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezinın doğrultusunda “etnik” ve “dini cemaat” temelinde parçalanmış devletler düzeninin kurulmasıdır. Böylece, nisbeten güçlü ulusal devletlerden arınıp bir tür zayıf yerel birimlere dönüşecek bölgenin kontrolü kolaylaşmış olacaktır.

Bu arada, yandaş çöl diktatörlüklerin de koruma altında tutulması da Yeni Dünya Düzeni’nin vazgeçilmez bir önceliğidir.

Atatürk bu konuda da ABD çıkarlarını tehdit etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün açtığı yolda yürüdüğü sürece, İslam coğrafyasındaki çağdışı rejimlerin varlığını korumasına karşı tehlikeli bir örnek oluşturacaktır.

Atatürk’ün laik ve demokratik cumhuriyet modelinin ihraca elverişli olmadığı, Türkiye’nin kültürel altyapısına sahip bulunmayan İslam ülklerinde bu modelin uygulanamayacağı varsayımı, 1980’li ve 1990’lı yıllarda bölgede yapılan araştırmalarda doğrulanmamıştır. Laik demokrasi arayışı Arap aydınları arasında da hızla yayılmaktadır.

İslam coğrafyasında ulusal devlet temelli laik demokrasi arayışı ABD çıkarlarına aykırıdır. Mutlaka önünün kesilmesi gerekir. Bu da ancak, Atatürk’ün mirasını Türkiye’ye reddettirilmesiyle mümkün olabilir.

Samuel Huntington’un Medeniyetler çatışması adlı kitabındaki ana tezlerini laik ve demokratik “Kemalizmi irdeleyerek ve O’nu (Atatürk’ü) redderek geliştirmesi” bu nedenledir. Ancak, “Türkiye örneğini ve Atatürkçülüğ, kitabının ana ekseni yaparak, Atatürk’ün evrensel dehasını ve Türkiye’nin gelecek yüzyılda dünya üzerinde ‘örnek’ bir ülke olma özelliğini onaylamıştır.” [33]

Amerikan istihbarat görevlilerinin ikinci cumhuriyet sevdalılarıyla el ele, kol kola Atatürk’ü hedef almaları bu nedenledir. Küresel neoliberal çıkarlar doğrultusundadır.

Kimi sözde İslamcı gruplar da bu doğrultuda kullanmıştır.

Hedef, Türkiye’nin Atatürk’e ve Atatürkçü düşünceye veda etmesi, laik ve demokratik yapısını daha İslami bir düzenle değiştirmesidir. Böylece İslamın lider ülkesi olursa, Türkiye anti-Amerikan İslam radikalizmini frenleyecek ve Batı adına bölgenin enerji kaynaklarına bekçilik yapacaktır.

Paul Henze, Graham Fuller gibi ABD’li neoliberal tetikçilerin Türkiye’de İkinci Cumhuriyetçi ve İslamcı kimi gruplarla yaptıkları ittifak, 2001 yılına kadar ABD’nin resmi politikası olmamıştır. 2001 yılı başında Bill Clinton’un yerine ABD başkanlık koltuğuna oturan George Bush, 11 Eylül saldırılarının ardından bu politikaya sarılmıştır.

Irak’a ve Iran’a müdahale konusunda dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten istediği desteği alamayınca, hükümette Devlet Bakanı olarak bulunan Kemal Derviş devreye sokularak Türkiye, AKP iktidarının kurulduğu erken seçime sürüklenmiştir.

Bı süreç aynı zamanda, Türkiye’ye Atatürk’ün mirasını reddettirmek için bir fırsat olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır.

[1] Aktaran: Ali Bulaç, “Osmanlı Modeli I”, Zaman, 27 Temmuz 2009

[2] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, (İstanbul: Küre Yayınları, 2001) s. 84

[3] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s. 85

[4] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, ss. 56-57, 258

[5] Ahmet Davutoğlu, Styratejik Derinlik, s. 411

[6] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s. 563

[7] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s. 561

[8] Leon T. Hadar, “What Green Peril”, Foreign Affairs, Spring 1993

[9] Prof. Dr. Korkut Boratav, “Türkiye’de Planlama’nın Yükselişi ve Çöküşü”, Mülkiye Dergisi, (2010, Cilt. XXXIV, Sayı 268) s. 371

[10] Erhan Yıldırım-Kenan opçu-Selim Çakmakçı, “Türkiye Ekonomisinde İkti,sadi Dalgalanmalar ve Krizler”, Bilsay Kuruç’a Armağan, (Ankara: Mülkiyeliler Birliği Yayını, 2011/2) s. 1155

[11] Prof. Dr. Bilsay Kuruç, “Yaşadığımız Ekonomik Krizler”, Anafikir Sitesi (http://www.anafikir.gen.tr/yasadigimiz-ekonomik-krizler-24-ocak-kararlarinin-devami-prof-dr-bilsay-kuruc/)

[12]  Aktaran: Hüseyin Ekici, ‘Halit Narin ve Gülme Sırası” (http://www.sendikalhareketler.com/2016/08/halit-narin-ve-gulme-sirasi_29.html)

[13] Raul Henze, Turkey: towards 21st century,

[14] Ufuk Güldemir, “Türkiye’nin Rolü Ortadoğu’da”, Cumhuriyet, 26 Şubat 1990

[15] Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, (İstanbul: Timaş Yayınları, 2008) s. 64

[16] Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 51

[17] Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 30

[18] Graham Fulller, Siyasal İslamın Geleceği, (İstanbul: Timaş Yayınları, 2004) s. 211

[19] Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 101

[20] Said-i Nursi, Mektubat, s. 53

[21] Al-i İmran 3/55; Maide 5/117; Nisa 4/157-158

[22] Said-i Nursi, Mektubat, Birinci Mektup

[23] Said-i Nursi, Mektubat, Onbeşinci Mektup

[24] Said-i Nursi, Mektubat, s. 6

[25] Said-i Nursi, Mektubat, s. 441

[26] Fethullah Gülen, Prizma 3-4 (İstanbul: Nil Yayınları) s. 195

[27] Fethullah Gülen, Kırık Testi 4-Ümit Burcu, (İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 2005) s. 43

[28] Aksiyon, İsa Özel Sayısı, 8 Aralık 2003

[29] Uluç Gürkan, “İslamı Hıristiyanlaştırmak mı?”, Star, 25 Şubat 2006

[30] Yaşar Nuri Öztürk, Allah ile Aldatmak, s. 281

[31] Mustafa Özcan, Müslüman Yeseviler, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 2005)

[32] Uluç Gürkan, “İslamı Hıristiyanlaştırmak mı?

[33] Emre Kongar, “Yeni Emperyalizm, Huntigton ve Eleştirisi”

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.