Muammer Aksoy’dan Uğur Mumcu’ya

2.488

Eylül 1964… Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, tarihsel adıyla Mülkiye’de, öğrenime başlayacağım. Ankara’ya gitmek üzere valizimi toplarken, babamın ikisi askeri birisi sivil toplam üç kravatının ikisi aldım.
Babam şaşırdı. “Ne yapacaksın bunları” diye sordu.
Yanıtım hazırdı: “Muammer Aksoy’un, Sadun Aren’in derslerine kravatsız mı gireceğim…”
Henüz üniversiteli değildik. Ama hocalarımızı tanıyor ve saygı duyuyorduk.
Kendi payıma, Muammer Hocamı 1961 Anayasası’nı hazırlayan Anayasa Komisyonu sözcüsü olarak radyoda defalarca ve her seferinde büyük bir hayranlıkla izlemiştim.
Artık hocamdı… 1964 yılında Hocamın Mülkiye’deki ilk dersini unutamıyorum. Dersi dikkatli dinlememizi ve not tutmamızı söyledi.
Not için de o yıllarda yaygın olan samanlı kâğıt değil, normal beyaz kâğıt kullanmalıydık. Satırlar arasında geniş boşluk bırakmalı, arka yüzünü de asla kullanmamalıydık…
“Bunlar öğrencilik yaşamı başarılı bir hocanızın önerisi. Bana güvenin…” dedi ve devam etti: “Hocanız öğrenim yaşamında sadece üç kırık not aldı…”
Sınıfta kıkırdamalar başladı… “Ben hiç kırık almadım, sadece bir, iki kırığım oldu” diye mırıldananlar oldu.
Muammer Hoca oralı değildi Bütün ciddiyetiyle “kırık” dediği notlarına açıklık getirdi:
“İkisi dokuz buçuk, birisi dokuz…”
Suspus olmuştuk…
* * *
Muammer Hocamın bu öğüdünün hiç de boşuna olmadığına, asker güdümündeki parlamento vitrinli 12 Mart 1971 faşizmi günlerinde Mamak Askeri Cezaevinde tanık oldum…
Hocam elle yazdığı savunmasını en geniş aralığıyla daktilo ettirmişti. Bir elinde yazı tahtası, bir elinde kalem, yürüyüş yaparken o satır aralarına eklemeler yapıyor, savunmasını yeniden daktilo ettiriyor ve yeniden eklemeler yapıyordu.
Ben tahliye edildiğimde hocam eklemelerini sürdürüyordu…
Sonuç, tam bir hukuk abidesi olan o yüzlerce sayfalık unutulmaz savunmasıydı…
12 Mart’ın, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asılmalarından sonraki bir büyük ayıbı da Mümtaz Soysal Hocamızın o ünlü Anayasa Giriş kitabının “komünizm propagandası” denilerek yargılanmasıydı. Muammer Hocamız da bu kitabı okutmakla suçlanıyordu.
Savunmasında “evet okutuyorum” demişti. “Atatürkçü açıdan okutuyorum…”
* * *
Muammer Aksoy hocamdı… Uğur Mumcu da arkadaşım…
Uğur Mumcu ile gazeteciliğe birlikte başladık… 1969’da Devrim Gazetesi’nde Doğan Avcıoğlu’nun yanında…
Birlikte yargılandık… Onun yazılarının yazı işleri müdürüydüm…
Askerlik görevimizi de birlikte yaptık… Düşüncelerimiz nedeniyle orduda rütbe takamayacağımız gerekçesiyle sakıncalı piyade olarak… Uğur Ağrı Patnos’ta… Ben Erzurum Oltu’da…
Ocak 1974’te tezkeremizi almıştık ki, askerliğimizi iki ay da uzatmak istediler. Tezkeremiz 1974 affıyla gerçekleşti…
Oysa, sakıncalı piyadeliğimiz konusunda açtığımız davayı 1973 yılının ikinci yarısında kazanmıştık. Ama bu karar bize ve avukatlarımıza zamanında tebliğ edilmemişti. Tebliğ için askerliğimizin bitmesi beklenmişti.
Davayı kazanan biz iki sakıncalı piyadeye rütbe takmak herhalde zorlarına gitmişti…
Benim asteğmenliği nasbım askerlik şubesinde yapıldı ve nüfusuma işlendi.
Uğur’un da sakıncalı piyade işlemi iptal edildi, ama asteğmenliğe nasbı yapılamadı. Çünkü piyade okulundayken tutuklanmış, bu nedenle okulu bitirememişti,
Bu çarpıklıkla Uğur, acıyı da bal eyleyen o mizah gücüyle eğlenirdi:
“Uluç subay oldu. Ben olamadım. Ama er de değilim. Peki neyim? As subay…”
Katledilmesinden birkaç yıl sonra parlamentoda görev yaparken, TBMM Başkanvekili olarak iki kez Cumhurbaşkanı Demirel’e vekalet etmiştim. Gazetelerde Uğur ile rütbesiz üniformalı resmimiz “O şimdi başkomutan” diye haberleştirilmişti…
Çalışma ofisimde asılı o resme her baktığımda sevgili Uğur’a, kelimenin tam anlamıyla o as adama selam duruyorum…
* * *
Sizinle birkaç anımı daha paylaşmak istiyorum. Çünkü bu anılar, Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’nun sadece düşünsel olarak değil, yaşam anlayışları ve yaşam biçimleri bağlamında da birer gerçek Atatürkçü olduklarını yansıtıyor…
Örneğin, Muammer Hocam ve sevgili Uğur ile 12 Mart faşizminde yaptığımız hapishane yoldaşlığı…
Haziran 1971… Geniş çaplı tutuklamalar yapılmıştı. Cezaevleri tıka basa doluydu.
Hocalarım Prof. Dr. Sadun Aren, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, gazeteci büyüğüm İlhami Soysal, Dr. Adil Özkol ve Hüseyin Ergün ile birlikte Ankara’da Mamak Askeri Cezaevi’nde bir odadaydık. Mümtaz Hocam ile aynı ranzayı paylaşıyorduk…
Gardiyanlık yaptırılan dost bir yedek subay kulaklarımıza fısıldadı.
– Muammer Aksoy hocayı da tutuklamışlar, buraya getiriyorlarmış. Sizin odaya alacağız.…
O sakin, zarafet dolu, ama eğilmeyen, bükülmeyen kararlı duruşuyla bizlere devrimciliğin maçoluk olmadığı ufkunu da açan Mümtaz Hocam bir anda ranzadan aşağıya atladı. Büyük bir öfkeyle koridorda, bizi özgürlükten koparan demir parmaklıklara tırmandı. Elleri sanki kartal pençesi, parmaklıları yumrukluyor ve tüm gücüyle bağırıyordu.
Sesi hala kulaklarımda: “Muammer Hocayı buraya sığdıramazsınız…”
Gerçekten… Muammer Hocamızı cezaevine sığdıramadılar…
Odaya geldi… Selamlaştıktan sonra bize çıkıştı: “Buranın hali ne böyle. Sinekten, sivrisinekten geçilmiyor…”
Özel bir yer silme şampuan getirtti. Yerleri, duvarları sildik.
Pencereye sineklik yaptırdı. Pikabını ve plaklarını da getirtti.
Sabah 5’te uyanıyor, çok sevdiği Bach plaklarını çalarak bize de uyanmanız, hapis dahi olsak erkenden yaşama sarılmamız gerektiğini hatırlatıyordu…
Yan odamızda tutulan Fakir Baykurt İçerdeki Oğul adlı kitabında yazdı. Adil Özkol ve ben başımız yastığın altında uyumaya başlamıştık…
* * *
Muammer Hocamız gibi Uğur Mumcu da hapishaneye sığdırılamamıştı…
Mayıs 1971… Garnizon Komutanlığı’nda göz altıdayız…
Barakadan bozma koğuşa iki öğrenci getirdiler… “Neyle suçlandıkların” sorduk.
“Abdullah diye birisi mektup yazmış” onu soruyorlar dediler.
Ertesi gün çıkarıldılar. Başka iki öğrenci daha geldi… Aynı hikâyeyi yinelediler…
Huylandık… Uğur hemen bir masa kurdu. O iki mektupçu öğrenciyi karşısına dikti. Bir savcı edasıyla sorgulamaya başladı:
“Kim bu Abdullah? Mektupta ne yazmış? Niçin size yazmış? Nereden bağlantılısınız?”
Mektupçular tir tir titremeye başladılar… Ertesi gün çıkarıldıklarında yerlerine yenileri getirilmedi… .
Uğur, barakadan bozma gözaltı koğuşumuzu bir de 19 Mayıs provaları sırasında kahkahalara boğmuştu…
Prova uçuşu yapan uçakları sesini duyulunca, Uğur birlikte paylaştığımız ranzanın üstünde, “Uluç postallarımı versene” dedi.
Uzattım… Aldı, giyer giymez de aşağıya atladı.
Çıkan gürültüye büyün koüuş yüzüne dönmüşken, Uğur elinde de kâğıt kalem, “Bakan olmak isteyenler adını yazdırsın” demez mi?
Ordudan bölücülükten atılmış, sonra MİT”in emrine alınmış bir muhbirin raporlarıyla bize yöneltilen cuntacılık suçlamalarıyla dalgasını böylece geçmişti…
* * *
Muammer Hocamızı da Uğur’u da bu nedenle, cezaevlerine sığdıramadıkları için katlettiler. Kahbece…
Ama toprağın altına da sığdıramadılar bu iki büyük Atatürk devrimcisini… Onlar, düşünceleri, öngörüleri ve gerçekleştirdikleriyle, Muammer Hocamızın en büyük eseri Atatürkçü Düşünce Derneği’nde hâlâ bizimle birlikteler…
* * *
Muammer Aksoy, Mülkiye’nin efsane hocalarındandı. Ne mutlu ki bana öğrencisi olmuştum.
Üstün bir hukukçu ve seçkin bir siyaset bilimcisiydi. Ancak, kendisini akademik dünya ile kısıtlamamıştı. Demokrat Parti iktidarında, üniversitelere yönelik baskıları protesto etmek için bütün akademik kimliklerini iade ederken tereddüt etmemişti.
Ülke sorunlarıyla yakından ilgili bir bilim adamıydı.
Ama çoğu aydınımızın aksine bunları saptayıp eleştirmekle yetinmezdi. Büyük bir çalışma gücü ve disipliniyle çözümü de gösterirdi.
1961 Anayasası bu konuda çarpıcı bir örnektir. Muammer Aksoy’un hazırlayıcılarından olduğu ve sözcülüğünü yaptığı bu anayasa, çağdaş bir demokrasinin vazgeçilmez hak ve özgürlüklerini sadece tanımlamıyordu. Aynı zamanda nasıl kullanılacaklarını ve hangi istisna hallerinde kısıtlanabileceklerini de bütün ayrıntılarıyla gösteriyordu.
Muammer Aksoy gerçek demokrasi ve tam bağımsızlık tutkunuydu. Ülke sorunlarının çözümünün “ulusal bağımsızlıkla doğrudan ilişkili” olduğuna inanıyordu… “Bir ülke bağımsız değilse” diyordu; “geri kalmışlıktan kurtulamaz. Yurttaşları da eşit ve özgür olamaz.
Tam bağımsızlık tutkusuyla, ulusal petrol ve yeraltı maden kaynaklarımızın sahiplenmesi hareketini başlatmıştı. Eşitlik ve özgürlük inancıyla, öğretmen ve kamu çalışanlarının örgütlenme savaşımına öncü olmuştu. Laiklik sevdası, sosyal hukuk devletine olan bağlılığı, adalet ve gerçek demokrasi özlemi yaşam doğrultusu olmuştu.
Muammer Aksoy TBMM’nde CHP milletvekili olarak bu doğrultuda görev yaparken Türkiye’yi Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde de temsil etmişti.
1957 yılında seçildiği Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı’nı sürdürürken, 1980 – 1984 yılları arasında Ankara Barosu Başkanlığını yapmıştı.
Atatürk’e karşı saldırıların çoğalmaya başladığı 1980’li yıllarda sivil toplum çalışmalarına iyice ağırlık veren Muammer Aksoy, 19 Mayıs 1989’da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmuş, derneğin kurucu genel başkanlığını üstlenmişti.
* * *
31 Ocak 1990 karanlığı… Muammer Aksoy katledildi. Sağ şakağından ve sağ göğsünden iki kurşunla… Bürosundan evine dönüyordu……
Ardından birkaç ay arayla Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok katledildiler.
Ülkenin Atatürkçü aydınları birbiri ardına hedef alınıyordu… 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu, 21 Ekim 1999’da Ahmet Taner Kışlalı katledildi…
Sıkılan kurşunlar, kurulan pusular, patlatılan bombalar… Konjonktürel bir hezeyan değildi. Rastlantı hiç değildi… 1923 Kemalist Türk Devrimi’nden rövanş alma girişimiydi. Atatürkçü düşüncenin öncüleri planlı örgütsel eylemlerle katlediliyorlardı…
Uğur Mumcu’nun eşi, önceki TBMM Başkanvekillerinden Güldal Mumcu “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabında katliam planlarının ipuçlarını dönemin devlet yetkililerinin ağzından bütün açıklığıyla ortaya koymuştu…
Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar,… Uğur Mumcu katliamının niçin çözülemediğini şöyle açıklıyordu:
“Öyle bir iş ki, bir duvar gibi… Bir tuğla çekersek duvar yıkılır…”
Dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Ülkü Coşkun da bu konuda yakınıyordu:
– “Güldal Hanım üstüme gelmeyin… Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer… .
Mehmet Ağar ve Ülkü Coşkun’un bu açıklama ve yakınmaları, aslında tam bağımsız, laik ve gerçekten demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurulan bir tuzağın itirafıydı.
Öyle ki, katliamları planlayan irade gözümüzün önünde bugünlerin iktidarlarını şekillendiriyordu. Bize gelince, seyrediyorduk. Öfkeleniyor, bağırıyor, kınıyor, yazıp konuşuyorduk. Ancak, tribünden sahaya inmiyorduk…

* * *
1990’ı yıllara doğru, Sovyet sistemi çökmüş, Sovyetler Birliği de dağılmıştı. Sonuçta Berlin Duvarı yıkılmış, Soğuk Savaş sonlanmış, iki kutuplu dünya düzeni ABD’nin tek kutuplu dünya hegemonyasına evirilmişti.
Tam da bu günlerde, ABD’li iki istihbarat görevlisi, Uğur Mumcu’nun yazılarında “karanlıklar prensi” diye peşine düştüğü CIA’nın Türkiye istasyon şefi Paul Henze ve CIA Milli Haberalma Konseyi (National Intelligence Council) başkan yardımcısı Graham Fuller Türkiye’yi mesken tutmuştu. “Kemalizm öldü, şimdi yeniden Osmanlı zamanı” özeti veren konuşmalar yapıyorlar, kitaplar yazıyorlardı.
Yerli işbirlikçileri olarak da kimi İslamcı kesimleri, kendilerine liberal süsü veren bir grup dönek solcuyu ve etnik ayrılıkçıları örgütlemişlerdi.
Paul Henze, 1983’te İstanbul’da katıldığı bir toplantıda kurdukları tuzağı şöyle özetlemişti:
“Orta gelecekte Osmanlı’nın siyasi haritasını diriltmek neden mümkün olmasın?”
Paul Henze, ABD dış politikasının özellikle Türkiye bağlamında etkili kurumlarından Rand Corporation adına hazırladığı “21. yüzyıla doğru Türkiye” başlıklı raporda, küreselleşen dünyada ulus devletlere yer olmadığını, dolayısıyla Türkiye’de Atatürkçülüğün modasının geçtiğini, laikliğin anlamını yitirdiğin, geleceğin Osmanlı ümmet düzenini çağırdığını öne sürmüştü:
“Türkiye Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir…”
Paul Henze’’ye göre, Türkiye Atatürkçü duyarlılıklarından ve geleneksel dış politikasından vazgeçmeli, bunun yerine Türkçülük anlayışını İslam ile buluşturan Pan-Türkist politikalara dönmeliydi.
Günümüzün mezhep ekseninde Müslüman Kardeşler odaklı ve MHP destekli dış politikasının bir bakıma yolunu döşeyen bir öneriydi bu…
Ötesinde, Ğaul Henze’nin çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı ümmet hayali de, sayıları 8 milyonu bulan Suriyeli, Iraklı, Afgan… Kuzey ve orta Afrikalı… sığınmacılarla maalesef yaşama geçmiş gibi…
Graham Fuller de aynen Paul Henze gibi Osmanlı hayalini pompalıyordu. Ancak, bunu yaparken Atatürk konusunda ağızlara bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyordu:
“Kemalizm miadını doldurmuştur. Artık piyasacı-küreselleşmeci İslam’ın ana belirleyici olduğu Osmanlı benzeri yeni Türkiye’nin zamanı gelmiştir… Bu asla, Atatürk’ün büsbütün reddi demek değildir. Atatürk’ün fikir ve değerlerinin, Türkiye’nin geleceğe ilişkin değerlendirmelerinde her zaman geçerli olmayacağını kabul etmek demektir…”
Nurculuk hareketi içinde Fethullah Gülen Paul Henze ve Graham Fuller’in çalışmalarının baş aktörlerindendi. Özellikle korunuyor ve kollanıyordu.
Kendisine Türkiye’nin ötesinde yurt dışında da “yürü ya kulum” denilmişti. Yılda 2 milyar doları bulduğu tahmin edilen bir finansman desteğiyle, dünyanın dört bir yanda okul açması sağlanmıştı.
* * *
Muammer Aksoy Atatürkçü Düşünce Derneği’ni, 19 Mayıs 1989’da ABD patentli bu emperyalist tuzağa karşı örgütlemiştir. Kemalizm’in miadını doldurmadığını, dünden bugüne olduğu gibi Türkiye’nin yarına da yol göstereceğini, bir kutup yıldızı gibi yolunu kaybedenlerin takibini beklediğini ortaya koymuştur.
Şimdi görev bize, Atatürkçü düşüncenin aydınlık insanlarına düşmektedir…
Bu konuda Hocamızın 1 Ocak 1989 günü yayınlanan, bir bakıma ADD’nin kafasındaki yol haritasını da ortaya koyan “Rejim Bunalımına ve Kötü Sonuçlarına Doğru Pupa Yelken Gidiş” adlı kitabı güncelliğini bugün de korumaktadır.
Bana “Aziz Mamak arkadaşım” diye imzaladığı bu kitap, sadece “demokrasiyi bir kez daha karaya oturtmayalım” diye çırpınmıyor. Aynı zamanda tam bağımsız, laik ve gerçekten demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne yeniden yaşam vermenin inanç ve cesaretini de sergiliyor…

* * *
Türkiye son derece karanlık ve kanlı bir emperyalist senaryo ile karşı karşıyadır. Atatürk’ün mirasını reddetmemiz, çağdaş uygarlık hedefinden vazgeçerek yüzümüzü doğuya dönerek, İslam aleminde Batının bekçisi olmamız öngörülüyor.
Bu senaryoyu değiştirebilmeliyiz. Yarıda bıraktırılmış, yolundan saptırılmış Kemalist Devrimi yeniden başlatmalı ve bütün sonuçlarıyla tamamlamalıyız.
Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’nun yaşamlarını adadıkları bu mücadele, biz Atatürkçülerin vazgeçilmez görevi, kaçınılmaz ödevidir.
Tük ulusunun her bireyi, kadını ve erkeğiyle, genci ve olgun yaşlısıyla, emperyal senaryoyu değiştirecek “Kemalist Devrim” senaryosunun senaristliği ve yapımcılığını ortaklaşa üstlenmelidir.
Kemalist Devrim, günümüz itibariyle can çekişen ve varlığını popülist sağ liderlerin otoriter yönetimleriyle sürdürmeye çalışan neoliberal küresel kapitalist düzenin demokratik alternatifidir.
Türkiye’de 1930-1940 yılları arasında uygulanan “karma ekonomi” modelinin temelleri ve esasları, neoliberal politikaların yarattığı ve pandemi koşullarında iyice hissedilir hale gelen sorunlara çözüm getirebilecektir. Ana omurgası “planlama” olan bu model, dünyanın en önemli kalkınma iktisatçıları tarafından (Güney Kore’li Ha-Joon Chang) “devlet güdümlü kalkınma stratejisi” olarak adlandırılmaktadır.
İlhamı Atatürk olan devlet güdümlü kalkınma stratejisi, başta küreselleşmenin ekonomi-politik ayağını oluşturan neoliberal politikaların kıskacındaki mazlum uluslar olmak üzere, günümüz dünyasının umududur.

• Uluç Gürkan tarafından 26 Ocak 2022 günü ADD Eğitim Kurulu tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşması…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.