Kemalist Devrimi Yeniden Başlatmak

1.241

DOĞAN AVCIOĞLU

Kemalist Devrimi Yeniden Başlatmak

Uluç Gürkan

Doğan Avcıoğlu, yaşamını adadığı Kemalizm’i “bir ulusal kurtuluş devrimidir” diye tanımlıyor, Türkiye’nin “vazgeçilmez reçetesi” olarak benimsiyordu. Ancak, çok partili demokrasi denemesi ile “yarıda bıraktırıldığına, yolundan saptırıldığına” dikkat çekiyordu.

Öncelikli hedefi, Kemalist Devrim’in yeniden başlatılması ve tamamlanmasıydı. “Atatürk’ün başlattığı ulusal kurtuluş devrimi bütün sonuçlarıyla yaşama geçirilmeden ülkemizde başka hiçbir şey yapılamaz” görüşündeydi.

Kemalist Devrim’in yaşama geçirilecek bütün sonuçlarını da şöyle özetliyordu: “Bir ulusal kurtuluş devriminin amacı, yalnızca siyasal bağımsızlığı gerçekleştirmek değildir. Tam bağımsızlığa ulaşabilmek için, sömürge düzeninin ülkedeki bütün dayanaklarının tasfiyesi ve sağlam bir sanayi temelinin kurulması zorunludur… Günümüz şartlarında ve özellikle Türkiye’de bir ulusal kurtuluş devrimi, kapitalist çerçevede gerçekleştirilemez. Kapitalizm, dışa bağımlılık, geri bir tarım, gecekondu sanayi ve artan toplumsal huzursuzluk demektir.” (Doğan Avcıoğlu, Ulusal Kurtuluş Devrimi, Devrim, 10.11.1970)

Avcıoğlu Sentezi

Peki, Kemalist Devrim nasıl başlatılacaktı? Bütün sonuçlarıyla nasıl tamamlanacaktı?

Avcıoğlu’nun yanıtı, “yayın yoluyla politika” özetindeydi.

Türk solunun tarihinde büyük ağırlığı ve saygınlığı bulunan YÖN dergisi bu yaklaşımla 1961 yılında yayın yaşamına başladı. Doğan Avcıoğlu YÖN’ün başyazarı ve yöneticisiydi. 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamında,  Kemalizm ile  sosyalizmi bağdaştıran anti-emperyalist bir politika izliyordu. İlk sayıda yayınlanan YÖN Bildirisi ve Mümtaz Soysal ile birlikte kaleme aldığı “Yeni Devletçilik” başlıklı yazı bu doğrultuda bir manifesto niteliğindeydi.

YÖN’ün yayınına,  1967’de Avcıoğlu’nun o ünlü “Türkiye’nin Düzeni” çalışması nedeniyle ara verildi. 1969’da DEVRİM  ile yayın yeniden başladı.  Bir tür akademik etkinlik ve kalıcılık da kazanmıştı. Ünlü yazar Mehmet Kemal’in anlatımıyla, “Doğan Avcıoğlu ülkemizin yetiştirdiği seçkin aydınlardan biridir. Neye el attıysa bir çözüm getirmiştir… Doğan’ın çevresi bir akademi gibiydi…”  (Mehmet Kemal, Aşiretten Kurtulmak, Cumhuriyet, 12 Nisan 1995)

Uğur Mumcu da benzer görüşteydi: “(Doğan Avcıoğlu) Tek başına bir üniversite gibiydi. Bir Batı ülkesinde yaşasaydı, dünyanın saygıyla selamladığı bir düşünür olurdu. Türkiye’de doğduğu için cömertçe harcanan bunca nitelikli insan gibi türlü acılarla karşılaştı…” (Uğur Mumcu, Avcıoğlu, Cumhuriyet, 6 Kasım 1983)

YÖN ve DEVRİM çalışmalarının ötesinde, Avcıoğlu, 1970’li yıllarda büyük yankılar yapan “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabından sonra, ilk baskısı üç cilt olan “Milli Kurtuluş Tarihi” ve altıncı cildine kadar getirebildiği, kafasındaki son iki cildi tamamlayamadığı “Türklerin Tarihi” adlı dev araştırmasıyla Türk düşünce hayatına adını kazımıştır. “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” ve “Devrim ve Demokrasi Üzerine” adlı kitapları, imzalı imzasız binlerce yazısı ile bir kutup yıldızı gibi yolumuzu aydınlatmaktadır. Altan Öymen’in sözleriyle yazdıkları ülkemize bir “Avcıoğlu sentezi” kazandırmıştır. (Altan Öymen, Doğan Avcıoğlu, Milliyet, 6 Kasım 1983)

Doymak Bilmeyen Çalışma İştahı

Doğar Avcıoğlu, çalışmaya doymazdı. İlhan Selçuk’un anlatımıyla, “57 yıllık yaşamına 10 insanın hayatını sığdırdı; günlerini aylara, aylarını yıllara dönüştürdü; dopdolu bir yürekle gözlerini kapadı.” (İlhan Selçuk, Doğan’ı Doğa’ya Verdik, Cumhuriyet, 8 Kasım 1983)

Mümtaz Soysal’a göre Avcıoğlu, Fransız romancı Francois Revalais’ın sınırsız iştahlı kahramanı sevimli dev Gargatua’yu andırıyordu. “Doymak bilmeyen bir çalışma iştahı” vardı.

Altan Öymen, bu çalışma iştahının disiplinle bütünleştiğini vurguluyordu:“Çoğu aydınımız gibi, bizim gibi o da ülkemizin temel sorunlarını saptama ve onlara çözüm bulma merakındaydı. Çoğu aydınımızdan farklı yanı ise, bunun lakırdısıyla değil araştırmasıyla uğraşmasıydı. Sağlam mantığına ve sentez yeteneğine eşlik eden büyük bir çalışma gücü ve çalışma disiplini vardı…” (Altan Öymen, Doğan Avcıoğlu, Milliyet, 6 Kasım 1983)

Çalışkanlığı ve disiplini, yazdıklarının hacim ve içeriği ne de yansımıştı. İlhan Selçuk’un sözleriyle, Doğan Avcıoğlu’nun yazdıklarının yarısı, hatta dörtte biri kadar ürün verebilenler mutlu ölürlerdi. Ama Doğan Avcıoğlu’nun gözleri arkada kalmıştı. Çünkü yaptıklarını ve yazdıklarını yeterli görmüyordu. Daha yapması ve yazması gerekenlerin olduğuna inanıyordu.

Tutuklandığı, işkenceli sorgulardan geçip yargılandığı12 Mart’ın askeri darbesinin acı deneyiminden sonra da fikrinden vazgeçmemişti. Tam aksine daha da keskinleşmişti. Kendisini yenilemiş, gençleşmişti.

Teoman Erel anlatıyor: “Çalıştığım ajansa Doğan Avcıoğlu uğramıştı. Görünüşüyle bizi hayli şaşırtmıştı. Sekiz-on kilo zayıflamış, güneşten yanmış ve çok şık giyinmiş bir Avcıoğlu…

– Hayrola ağabey, diye sormuştuk, Nedir bu hal? Nasıl oldu da böyle gençleştin? Ne yapıyorsun?

– Koşuyorum, kiloma dikkat ediyorum...” (Teoman Erel, Avcıoğlu ve Güneş, Milliyet, 5 Kasım 1983)

Bu arada ben ekleyeyim. O hiç ağzından düşürmediği sigarasını da bırakmıştı.

Bu gayret nedendi?

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’de demokrasiyi taşıyacak altyapıyı oldukça eksik bulurdu. Bu eksikliğin Kemalist Devrim ile giderilmesi gerektiğini, ülkenin önündeki engellerin böylece kaldırılacağını söylerdi. Gayreti bundandı.

Devrimi yaşamak istiyordu… Devrimin gecikmesinin Türkiye’yi parçalanmaya kadar götürebilecek büyük riskleri  gündeme getireceğinden endişe ediyordu.

Sık sık yineliyordu: “2000 yılına kadar yaşamak üzerine kendimi programladım, haklı olduğumu göreceksiniz!..”

Kansere yakalanınca da yılmadı. Ölümünü bilinçle beklerken, kendisine vedaya gelen dostlarına, yüzünde hep aynı gülümsemeyle takılırdı: “Benim 2000 yılına dönük program bozuldu; bakalım sizinki ne olacak?” (İlhan Selçuk, 2000’e 5 Var!.., Cumhuriyet, 4 Nisan 1995)

2000’ş de 21 yıl aştık.        Ne dersiniz? Doğan Avcıoğlu haksız mı çıktı?

Teoman Erel’in 1983’te, Doğan Avcıoğlu’nun anısına yazdıkları dünden bugüne güncelliğini koruyor:      “Paylaşsak da paylaşmasak da düşüncelerinin ve tezinin yenildiğini söyleyemeyiz. Yozlaşmış demokrasiyle iyi bir yere varılamayacağı konusundaki öngörüsü 11 Eylül 1980 tablosu ile doğru çıkmıştır.” (Teoman Erel, Avcıoğlu ve Güneş, Milliyet, 5 Kasım 1983)

Avcıoğlu’nun haklılığını İlhan Selçuk da özellikle vurguluyordu: “Sevgili Doğan’ın hayali birden beliriyor, dudaklarından eksilmeyen sigarasıyla, yüzünde güleç bir anlam, hafif alaylı konuşuyor: – Ben sana dememiş miydim?..” (İlhan Selçuk, 2000’e 5 Var!.. Cumhuriyet, 4 Nisan 1996)

Kemalist Türkiye

Mümtaz Soysal  anlatıyor: “… Çıkaracağımız dergiye ad ararken ‘Yön’ dediğim zaman, Doğan, her zamanki kesin ve kararlı tavrıyla ‘tamam’ demişti… ‘Yön’, şaşırmış ve nereye gideceğini kestiremeyen bir Türkiye’ye seslenecek dergi için iyi bir addır. 1961 seçimlerini yeni yapmış, ama o seçimlerin tablosundan açık bir seçenek ortaya çıkmamıştı.Sorunlar ortasında bocalayan Türkiye kendine bir yön arıyordu…” (Mümtaz Soysal, YÖN, Milliyet, 8 Kasım 1983)

Doğan Avcıoğlu’nun belirlediği yön ise kesindi: “Kemalist Türkiye…”

Avcıoğlu Kemalist’ti. Solun evrensel ilkelerine de bağlıydı. Bu ilkelere öncelikle kendi halkı için, Türk ulusu için bağlıydı. Bu ilkeleri, kendi deyişiyle “sol tutucular” gibi halkına karşı kullanmayı hiç  düşünmezdi. Ulusalcıydı.

Tarihimizi çok iyi biliyordu; belki de en iyi bilendi. “Biz Anadolu’da uluslaştık” diyordu. ve Atatürk’ün, hiçbir ırk, kan, kafatası; hiçbir din, mezhep ayrımı gözetmeyen “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” tanımlamasının gerçekliğine bütün yüreğiyle inanıyordu. Bu nedenle, kan ve kafatası ölçümlerine dayanan ırkçı bir milliyetçilik anlayışının, bizim bugün ulusalcılık dediğimiz Atatürk milliyetçiliğinin yerine geçmesinden son derece rahatsızdı.

Bu konudaki duyarlılığını Mehmet Kemal’den okuyalım: “Çankaya’daki basın sitesinde otururken Doğan Avcıoğlu ile komşuyduk. O dördüncü katta (Hamdi’nin) oturur ben üçüncü katta. Durmadan çalışırdı. Çalışmadan yorgun düştüğünde aşağı kata iner hem çene çalar hem de bir iki tek atardık. Bir gün, ‘Şu milliyetçiliği ellerinden almak lazım. Yoksa başımıza bela kesilecekler’ demişti. Yön’de yazdıklarıyla hem milliyetçiliği aldı hem de toplumculuğu (sosyalizmi) aldı.” (Mehmet Kemal, Aşiretten Kurtulmak, Cumhuriyet,  12 Nisan 1995)

Avcıoğlu’nun Sabırsızlığı

Doğan Avcıoğlu Kemalist Devrim’in yeniden başlatılıp tamamlanması konusunda sabırsızdı. Gecikmenin çözümsüzlük olacağını, bunun da dış güçlerin Türkiye’yi bölüp parçalamaya dönük Sevr hayallerini besleyeceğini öngörüyordu:

“Doğan, yeryüzündeki çatışmaların omurgasını oluşturan ‘daha az sömürü, daha çok özgürlük’ kavgasının bir insan ömrüne sığmayacak süreçlerini çok iyi bilirdi. Avcıoğlu’nun sabırsızlığı yalnız yurtseverliğinin itici gücünden doğmuyordu. Tarihimizi neredeyse ‘özümsemiş’ diyebileceğim Doğan, toplumsal potansiyelimizin ülkeyi çağdaşlık düzeyine ulaştıracak atılımlar için yeterli olduğuna inanıyor, gecikmelerin büyük tehlikeleri gündeme getireceğini hesaplıyordu.” (İlhan Selçuk, Doğan’ı Doğaya Verdik, Cumhuriyet, 8 Kasım 1983)

Avcıoğlu, “dış güçler” dediği emperyalist Batı’nın Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye kararlı görüldüğünü, bunun için Türkiye’yi Kürt kartını kullanarak baskı altına almanın yanı sıra ekonomik olarak zayıflatmanın da hesaplarını yaptığını  vurguluyordu.

“Ekonomik Sevr” deyimi onun son yazılarından birinde ortaya koyulmuştu.  Avcıoğlu’na göre, emperyalist güçler özellikle “ekonomik Sevr” ile zayıf düşmüş bir Türkiye’ye siyasal Sevr’in sayfalarını yeniden açmak yolunda baskı yapabileceklerdi. Bu nedenle her gecikme sorunlarımızı çözümsüzlüğe, ülkeyi de parçalanmaya  sürükleyebilecekti.

“Cici demokrasi” dediği, yozlaşmış demokrasinin iflas ettiğini, sorunları çözemediğini ve çözemeyeceğini görüyordu. “Sorunlardı çözemeyen rejimler, yıkılmaya mahkûmdurlar. Bu, şaşmaz bir sosyolojik kanundur”  yaklaşımını sık sık yineliyordu: “Cici demokrasi, Yön ve Devrim yazarlarının çok kullandıkları bir deyimdi. Bununla, çok partili siyasal sistemimizin halk iktidarı anlamına gelen demokrasiden çok uzak düştüğünü, ‘sesli azınlık’ diyebileceğimiz bir, iki milyon kişiye nimetler ve çok geniş olanaklar sağlarken, ‘sessiz çoğunluk’ diyebileceğimiz gerçek halk kitlesini sistemin dışında bıraktığını, sermaye özgürlüğünü alabildiğine genişletirken, halk kitlesinden yana eylem ve düşünceyi çok sınırladığını belirtmek isterdik. Siyasal liberalizm yanlıları ‘cici’ deyimine nedense çok takılırlar, bizi demokrasi düşmanlığı ile suçlarlardı. Demokrasinin biçiminden çok özüne inandığımız ve demokrasiyi siyasal liberalizm- den ibaret saymadığımız için suçlamalara pek aldırış etmezdik.” (Doğan Avcıoğlu, “Demokrasi öldü yaşasın demokrasi”, Devrim ve Demokrasi Üzerine, 1980)

Cuntacılık Suçlaması

Doğan Avcıoğlu’nun yaşamın gerçekleriyle bütünleşen bu görüşleri egemen güçleri fazlasıyla rahatsız etmişti. Bu nedenle Avcıoğlu’nu darbecilik, cuntacılık suçlamalarıyla itibarsızlaştırmayı denediler: “Avcıoğlu ‘Sol Kemaliz’ de denilebilecek bir akımın baş temsilcisiydi. Ülkeyi devrimci bir yönetim eliyle, ‘kapitalist olmayan yoldan kalkındırmayı, emperyalizm tarafından sömürülmesine son verecek bir devrimci tek-parti yönetiminin, bir askeri cunta eliyle kurulması gerektiğini düşünüyordu. 1984’te  1983) öldü… Mete Tuncay’ın ifadesiyle, ‘Allah taksiratını affetsin… (Şahin Alpay, İnönü’nün Prensleri, Milliyet, 25 Şubat 1995)

Doğru mu bu ? Avcıoğlu sıradan bir devrimci, basit bir cuntacı mıydı?

Yanıtı kendisine bırakalım…

“Dar Kapı” başlıklı yazısında, “İktidar koltuğu boştur. Bu boşluğu yakın gelecekte hangi güçlerin dolduracakları bellidir” derken hiç kuşkusuz askere işaret ediyordu. Ancak, bu bir darbe çağrısı değildi. Tam aksine açıkça “geliyorum” diyen askeri darbenin faşizan bir karaktere bürünmesini önlemeyi amaçlıyordu. “Gerçekten kaçmakla, gerçek yakamızı bırakacak değildir” diyor ve 12 Mart müdahalesiyle yaşama geçirilen parlamento vitrinli darbeyi önleyebilmek için şu çağrıyı yapıyordu:

Gerçekten devrimciysek, gönlümüz çok daha fazlasını arzuluyor diye, hayatın bizi karşı karşıya bıraktığı tercihlerden kaçamayız: Ya büyük hayaller içinde, keskin devrimcilik iddiasıyla, olan-bitene seyirci kalarak her iki tarafa da kayması mümkün bulunan kuvvetlerin, dış destekli tutucu güçlerin yörüngesine sürüklenmesini kabulleneceğiz, ya da bunu “mukadder akıbet” saymayı reddederek,  bütün gücümüzle mümkün olanı gerçekleştirmek için mücadele edeceğiz.” 

Askere açıkça “her iki tarafa da kayması mümkün” diye kuşkuyla yaklaşan Doğan Avcıoğlu, “Bilinçli ve örgütlü bir halk desteği sağlanmadıkça, bunun için de sağlam devrimci kadrolara dayanmadıkça, bu güçlerin bocalamalardan kurtulabilmeleri çok zordur. Bocalamaların az çok önlenebilmesi için, devrimci kadroların hayalciliği bırakarak, gerçekçi bir tutumla bu güçler safında, bütün ağırlıklarını koymaları gereklidir” görüşünü ısrarla savunuyordu. (Doğan Avcıoğlu, “Dar Kapı”, Devrim, Sayı 58, 24 Kasım 1970)

Doğan Avcıoğlu’nun “hayat bizi karşı karşıya bıraktı, kaçamayız” dediği tercihleri kontrol için çabası, o günlerde en yakınındaki kimilerinin dahi çarpıtılmış sözde anı kitaplarında iddia ettikleri gibi, bir tür darbecilik, ya da cuntacılık girişimi değildi. Bunu “Yahya Han Hevesleri” ve “Soyuttan Somuta”  başlıklı yazılarında böyle bir beklentisi olmadığını bütün açıklığıyla ortaya koymuştu:

“… Şimdi Yahya Han hevesleri tazelenmiş bulunuyor… Aslında Yahya Han formülü, yıllardır hayli geniş ölçüde yürürlüktedir. Büyük Paşalar, sivil görünüşlü iktidara uzun süredir ortaktırlar. Milli Güvenlik Kurulu, birçok halde, Hükümetin üstünde Hükümet gibi görev yapmaktadır. Gençlik ve işçiler için, en sert şiddet kanunları yürürlükteymiş gibi, Anayasa hiçe sayılarak, normal zamanlarda dahi ‘sıkıyönetim düzeni’ uygulanmaktadır…” (Doğan Avcıoğlu, “Yahya Han Hevesleri”, Devrim, Sayı 60, 8 Aralık, 1970)

“… Bir Yahya Han formülü çıkar yol değil, Yahya Hancılar gittikçe ağırlaşan ekonomik ve toplumsal sorunlar altında kısa sürede tepetaklak gitmeye mahkûm.” (Doğan Avcıoğlu, “Soyuttan Somut’a!”, Devrim, Sayı 66, 19 Ocak 1971)

Yahya Han formülünü, açık anlatımıyla cunta marifetiyle gerçekleşecek askeri bir darbeyi reddeden Doğan Avcıoğlu, uğruna yaşamını adadığı devrimci iktidarı “Bekleyiş” başlıklı yazısında açıklıyordu: “Günümüz koşullarında bir kurtuluş sıçraması, ancak örgütlü ve bilinçli halk güçleri eliyle gerçekleştirilebilir… Fakat sanılmaktadır ki, bu köklü düzen değişikliği, güçlü halk desteği olmadan, bürokratik yollardan başarılabilir… Böyle bir devrimciliğin yarı yolda kalacağı açıktır.” Doğan Avcıoğlu, “Bekleyiş”, Devrim, Sayı 71, 2 Mart 1971)

Cuntacılık, darbecilik suçlamalarına karşı son olarak  “Dikta” başlıklı yazısı… Bu yazı, Doğan Avcıoğlu’nu anlamak için tekrar tekrar okunması gereken önemdedir: “… Fırtına kaçınılmazdır. Devrimcinin görevi, ‘olmaz inşallah’ edilgenliğinden silkinip fırtınadan devrim yolunda yararlanmaya çalışmaktır. Bir çok şeyi yıkıp götüren fırtına, aynı zamanda bereketli yağmurların getiricisi de olabilir… Türkiye’mizin içine düştüğü çıkmazdan kurtuluşu bir politik biçim sorunu olmadan önce, sınıfsal bir sorundur…

Bir askeri dikta çözüm yolu değildir. Halktan kopuk bir askeri yönetim, tutucu güçler koalisyonu çemberini kıramayacağı gibi, kendi iç çekişmeleri içinde çöküp gitmeye mahkumdur.

Son yüzyıllık tarihimizde Türk Ordusu, ilerici bir güç olarak daima ön planda rol oynamıştır. Tutucular koalisyonu, bugün Türkiye’mizi tam ortaçağ karanlığına gömmeye cesaret edemiyorsa, bu her şeyden önce, Türk Ordusunun devrimci bilincinden çekindiği içindir.

1927 yılına kadar üniformasını sırtında taşıyan Atatürk, orduyu günlük politikanın dışında tutmuştur. Ama Kemalist Türkiye’yi kurma savaşının başlıca desteğini Ordu teşkil etmiştir. Ordu, günlük politikanın dışında, devrim politikasının içinde olmuştur.

Atatürk, devrimleri gerçekleştirme aracı olarak, Ordunun bilinçli gözetimi altında partiye dayanmıştır. Ordu ve parti, Kemalist devrimin iki temel dayanağı olmuştur. Ne var ki, parti, tarihsel şartların elverişsizliği yüzünden, halkın değil, eşrafın partisi haline gelmiştir. Bu elverişsiz şartlar, alt yapı devrimlerinin başarısını sınırlamıştır. Ama bu Kemalist yöntemin doğruluğunu ve bugün için de geçerli olduğu gerçeğini değiştirmez.

Dava, halkın partisi eliyle, tutucu güçler koalisyonu diktasına son verme ve yerine halkın diktasını, yani gerçek demokrasiyi kurma davasıdır.” (Doğan Avcıoğlu, “Dikta”, Devrim, sayı 12, 6 Ocak 1970)

 

 

 

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.