Dünden Bugüne TBMM

1.022

Dünden bugüne Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin biçimi değişmiştir… Laik ve demokratik parlamenter düzen terk edilmiş, yerine  teokratik yapıda bir tek adam düzeni kurulmuştur.

Tek adam düzeninde, demokrasimiz “çoğunluk yönetimi” olma özelliğini yitirmiştir… Partili bir Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Yürütmeyi tek başına o oluşturuyor. Yasamaya  ortak, yargıya egemen oluyor.

Kimileri bu düzeni Cumhuriyetin ilk yıllarıyla kıyaslıyor. Diyorlar ki, 1924 Anayasası’nda da kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmemişti. Yasama yetkisi ve yürütme gücü tek bir organda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplanmıştı.  Devlet kuvvetler birliği temelinde yapılandırılmıştı.

Bu söylem doğru değildir. Hem Cumhuriyetin tek partili ilk yıllarının “kuvvetler birliği” diye tanımlaması bakımından doğru değildir, hem de bugünkü düzenin o geçmiş güzel günlerle kıyaslanması bağlamında doğru değildir.

1924 Anayasası, tek bir adamın değil Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin  üstünlüğünü öngörüyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni de ulusunun “tek” ve “gerçek” temsilcisi olarak tanımlıyordu.

Meclis yasama yetkisinin yanında yürütme yetkisine değil yürütme güce sahipti. Yasama yetkisini kendisi kullanıyordu. Yürütme yetkisi ise  Meclis tarafından seçilen Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği bakanlar kuruluna aitti… Açık anlatımıyla  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yürütmeyle bağlantısı Cumhurbaşkanının seçimiyle sınırlıydı. Yetki kullanımında söz sahibi değildi.

Yargı yetkisi de bağımsız mahkemelere vermişti. Yargı organlarının verdiği kararları ne Türkiye Büyük Millet Meclisi  ne Cumhurbaşkanı ne de Bakanlar Kurulu değiştirebilirdi. Yerine getirilmesini de engelleyemezlerdi.

Cumhuriyetin yasama, yürütme ve yargı erkleri birlikte değildi, bütünüyle birbirinden bağımsızdı.

 

Tarihin Yeniden Yazılışı

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışıyla gerçekleşen olay, tarihin yeniden yazılışıdır. 23 Nisan 1920’de Türkiye, açık bir biçimde çağ atlamıştır. Yenilmiş bir ordu, işgal altında bir ülke, bitmiş tükenmiş bir toplum, o gün yeni bir demokratik geleceğe doğmuştur.

Atatürk ve arkadaşları, bir yandan kurtuluş mücadelemizi örgütlerken, bir yandan da ülkenin altı yüz yıllık hukuk, siyaset ve egemenlik kavramları ile kurumlarını yeni ve çağdaş bir anlayışın kavramları ile kurumları ile değiştirmişlerdir.

1920’lerde ve 1930’larda çok dikkatli hesaplanmış reformlar dizisiyle “İslami” denilen kurumlar toplu olarak çağdaş demokratik kurumlarla değiştirilmiştir. Padişahı tahttan indirilmiş, siyasi yönetim biçimi olarak demokrasi modeli olan Cumhuriyet sistemini kurulmuştur.

Cumhuriyet ile ülkemizde siyasal egemenlik anlayışı köklü ve kalıcı bir biçimde değişmiş; egemenlik “kayıtsız şartsız” olarak ulusa devredilmiştir. Bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanılan hilafet ve saltanat gibi kimi “doğa üstü güç” kavram ve kurumları yıkılmış, toplumu yönetim gücünün kaynağı doğrudan “ulus” ile bütünleştirilmiştir.

Toplumu yönetim gücünün kaynağını, kimi “doğa üstü” ve de “sömürü ve baskı aracı” olarak kullanılan kavramlar ile kurumlar yerine doğrudan “ulusa indirgemek”, demokratikleşme sürecini başlatmıştır. “Demokrat bir Türkiye” yaratma süreci başlamıştır. Osmanlı cemaat düzenin kulları, bu süreçte “yurttaş” kimliğini kazanmış ve “özgür bireylere” dönüşmüştür.

Maurice Duverger

Ünlü Fransız anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisi Maurice Duverger,  Türkiye’de yaşananları “demokrasiye giden yolda kararlı bir örnek” olarak nitelemekte, ancak “maalesef” demektedir, “Türkiye örneği önemine yakışır bir ilgi uyandıramıyor.”

Maurice uverger’in bu görüşüne Marksist İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm da katılmaktadır. Dünya tarihçilerinin “katastrofik” ve “kaotik” dünya koşullarında Türkiye’yi yeterince anlayamadıkları ya da fark edemediklerini belirten Eric Honsbawn’ın değerlendirmesi şöyledir:

“Bunun nedenlerinden biri yanı başında bir başka devrimin, 1917 Rus Devrimi’nin dünyayı sarsmasıdır. Oysa Türk Devrimi’nin tarihsel sonuçları büyüktür… Cumhuriyet Türkiye’si dünya tarihi yazımında gölgede kalmayı hak etmemektedir.”

Maurice Duverger, siyaset biliminin önde gelen klasikleri arasında ilk sıralarda yer alan Siyasi Partiler adlı eserinde, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki  tek parti uygulamasının demokrasi yolunda bir aşama olduğunu, dönemin totaliter rejimlerinde egemen olan otorite savunusunun yerini, Türkiye’de ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ şiarıyla demokrasi savunusunu aldığını belirtmektedir.

Duverger’e göre Türkiye’de tek parti iktidarı, Fransız Devrimi’nin konvansiyon örneğine de uygun olarak Büyük Millet Meclisi’ne verilmiş, ayrı bir yürütme organı oluşturmak yerine meclisin seçip görevlendirdiği bir yürütme yapısı oluşumu benimsenmiştir.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yapısında tek parti olmasına karşın totaliter bir yön görülmediğini belirten Duverger bunu şöyle açıklamaktadır:

“Üyelik isteğe bağlı ve herkese açıktır. İhraç ve tasfiye mekanizması işletilmemektedir. Üniformalar, geçit resimleri ve demir disiplin yoktur… Parti içi demokrasi oldukça ileri düzeydedir… Resmen, her kademedeki yöneticiler seçimle iş başına gelmektedir. Uygulamada da bu seçimler, katılımcılık açısından çoğulcu sistemlerdeki partilerde olduğundan daha farklı değildir… Parti içinde muhalefet gelişebilmektedir. Böylece tek parti siyasal rekabeti ortadan kaldırmaksızın sınırlamış olmaktadır. Cumhuriyet Halk Fırkası dışında yasaklanan çoğulculuk, parti içinde serbesttir ve orada muhalefet benzeri işlev görmektedir.”

Bu konuda milletvekillerini ve partilileri Atatürk özellikle teşvik etmiştir. Partinin 1931’deki 3. Olağan Kurultayı’nda şöyle konuşmuştur:

“Partide bir yanlışı, bir eksikliği gördüğünüz zaman kayıtsız şartsız eleştireceksiniz… Yapılan herhangi bir yanlışa müsamaha göstermek son derece yanlıştır; mahsuru faydasından büyük olur.”

Roger Gerard Shwartzenberg

Fransız siyasetçi ve siyaset sosyologu Roger Gerard Shwartzenberg, Türkiye’de Kemalist tek parti dönemini değerlendirdiği çalışmalarında büyük ölçüde Maurice Duverger’in siyasal partiler tasnifini ve Türkiye görüşlerini yinelemektedir.

1983-1986 yıllarında Fransa’da üniversitelerden sorumlu bakan olan Roger-Gerard Shwartzenberg, ders kitabı olarak okutulan Siyaset Sosyolojisi başlıklı eserinde siyasal partilere değinirken gelişmekte olan ülkelerdeki tek parti rejimleriyle ilgili değerlendirmelerinde Türkiye’ye ayrı bir yer vermektedir.

Tek partinin genellikle bir oligarşinin hegemonya ya da bir kişisel iktidar aracı olduğunu vurgulayan Shwartzenberg, Atatürk Türkiye’sinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın istisna olduğunu belirtilmektedir.

Shwartzenberg’e göre, 1923-1946 yıllarında Türkiye, tek parti ile yönetilmesine karşın totaliter bir ülke değildi. Bir kadro partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın gerek ideolojisi gerekse yapısı buna uygun düşmemekteydi. Partinin ideolojisi çoğulcu Batı demokrasisinden yanaydı. Kendisi tek parti olmakla birlikte çoğulcu ve katılımcı bir demokratik düzeni hedeflemekteydi.

Shwartzenberg, Türkiye’deki tek parti uygulamasının çoğulcu demokrasiye geçişte bir okul işlevi gördüğünü, bunu ilginç ancak ender bir örnek olduğunu belirtiyordu.

Pierre Milza

Fransız tarihçi Pierre Milza  da Kemalist düzenin büyük çoğunlukla sağda konuşlanan totaliter yapılardan farklı olduğunu özellikle vurgulamaktadır.

Atatürk’ün 1920’li yılların başında kurduğu rejimi, sanayileşmemiş bir ülkede, bir yandan yabancı emperyalist güçlere karşı başkaldıran, diğer yandan yarı feodal yapıyı kırarak ekonomik gelişmeyi hedefleyen ilk girişim olarak niteleyen Pierre Milza, Kemalist tek partinin geniş halk katmanlarına yaslandığını, bu nedenle faşizmde olduğu gibi kitleleri paramiliter örgütler aracılığıyla disiplin altın almaya gerek duymadığını belirtmektedir.

Milza’ya göre, Atatürk’ün barıştan yana beklentileri de faşizmin dış politikadaki yayılmacılığıyla bağdaşmamaktadır.

Ernst E. Hirsch

1933-1950 yılları arasında Türkiye’de, İstanbul ve Ankara Hukuk Fakültelerinde davetli öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Ernst E. Hirsch Anılarım adlı kitabında Türkiye’de tek parti döneminin diktatörlük olmadığını anlatmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Alman Rayh Stag’ı ve Doğu Berlin’deki Volkkskammer ile karşılaştıran Prof. Hirsch, sistemi “yön verilen bir tür parlamenter demokrasi” olarak tanımlamaktadır:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri sadece tek bir parti mensubu oldukları halde, Hitler döneminin Alman Rayh Stag’ı gibi, ya da Doğu Berlin’deki Volkshammer gibi, politik nüfuzu sıfır olan bir ’evet efendimciler’ topluluğu hiç değildi… TBMM pek çok değişik, evet hatta birbirine zıt akım ve menfaatlerin çarpıştığı, tek bir parti çerçevesi içinde enine boyuna tartışıldıktan sonra bunlar arasında bir denge ve uzlaşma sağlanan bir arenaydı. Bu niteliğiyle tek parti sistemi, Türkiye’deki işleyiş tarzıyla hiçbir şekilde peşinde maiyeti olan bir ’Führer’ devletine benzemiyordu… Bu sistem, devletim üst kademelerinden emir verilmeyen, yön verilen bir tür parlamenter demokrasi niteliğindeydi… Ama son karar mercii parlamentoydu. Yasama erki de sadece parlamentodaydı.”

Demokratik Enternasyonal

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında 1918-1939 yıllarını kapsayan yaklaşık 20 yıllık süreç, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada köklü demokratik rejimler birbiri ardına çökerken yerini otoriter ve totaliter rejimlere bıraktığı karanlık bir dönemdir.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın laik ve demokratik karakteri, işte bu ortamda, Avrupa’sında oluşmakta olan Demokratik Partilerin Enternasyonal Birliği’ne üye olmaya çağrılmıştır.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki sol eğilimli ve demokrasiden yana siyasal partileri 1924 yılında, “Entente Internationale des Partis Radicaux et des Partis Democratiques Similaires” (Radikal ve Benzeri Demokratik Partilerin Enternasyonal Birliği) adıyla bir araya gelmiştir. Enternasyonal, homojen bir yapısı olmamasına karşın totaliter rejimler karşısında ilerici ve demokrat Avrupa idealini kararlılıkla savunmuştur.

İlk toplantısını Haziran 1925’de Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapan Enternasyonal, Fransız Radikal Parti’nin önerisiyle  Cumhuriyet Halk Fırkası’nı, tek parti olmasına karşın demokratik ytapılı olduğu gerekçesiyle  Enternasyonal’e üye olmaya çağırmıştır.

Bu daveti olumlu karşılayan Cumhuriyet  Halk Fırkası, Enternasyonalin 1927 Karlsruhe, 1931 Atina ve 1933 Sofya toplantılarına gözlemci olarak katılmıştır.

Tarih Vakfı kurucularından Prof. Dr. Zafer Toprak, Enternasyonal ile ilişkilerinin “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Avrupa’daki siyasal partiler yelpazesindeki yerini, belki de ileride kazanacağı sosyal demokrat kimliği belirlediği” kanısındadır.

Dünden Bugüne

Türk Devrimi’nin, dönemin güç koşullarında Avrupa’da demokrasiye sahip çıkan siyasi partiler yanında, çok sayıdaki çağdaş siyaset bilimci, tarihçi ve akademisyen siyasetçi tarafından da doğrulanan demokratik karakteri günümüzde bütünüyle kaybedilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yasama yetkisi kısıtlanmış, yürütmeyi denetim yetkisi de sıfırlanmıştır. Milletvekilleri ise bırakın Atatürk’ün hayalindeki eleştiri yapmayı, ne için olduğunu dahi bilmedikleri “el kaldırma” makinelerine dönüştürülmüştür.

Sonuç, ünlü The Economist Dergisi’nin kardeş kuruluşu “The Economist Intelligence Unit” (EIU tarafından yapılan demokrasi endeksindedir. Ülkelere 10 üzerinden puanların verildiği bu araştırmaya göre Türkiye, 4,09 puanla “hibrid (tarı otoriter) demokrasi”  demokrasi) olareak 167. ülke içinde 110. sıraya kadar gerilemiştir.

Dünün totaliter ve faşist rejimlere karşı demokratik direniş cephesine davetinden sonra bugünün yarı otoriter sözde demokrasisine… Türkiye bu ayıbın üstesinden ancak Kemalist Devrim’in yeniden başlatılmasıyla gelebilecektir. Kemalist Devrim’e mesafeli hiçbir masa, kaçlı olursa olsun bu konuda özlenen başarıya damga vuramaz.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.