ATATÜRK’TEN RÖVANŞ (DÜN, BUGÜN, YARIN)

669

Atatürk’ün sırtından inip doğrudan mücadeleye girmemiz gerekiyor.. Bunu yapmazsak,Atatürk bizi taşımakta zorlanabilir.

 

Uluç Gürkan

Boş Duvar – 10.08.2006

ATATÜRK’TEN RÖVANŞ

Dün, Bugün, Yarın..

Dün..

1991 yılının son günleriydi. Fransız bir gazeteci parlamentoda ziyaretime geldi. İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgedeki etkilerini araştırıyordu.

Lafı dolandırmadı, doğrudan konuya girdi:

“İran’da olup bitenler Türkiye’yi nasıl etkiler?”

İçimden, “Bunlar Türkiye’yi hiç tanımıyor” diye geçirdim. Yanıtımı da olabildiğince küçümseyici bir üslupla verdim:

“Etkilemez, etkileyemez..”

“Nasıl emin olabiliyorsunuz” diye üsteledi. Siyasal İslam’ın Türkiye’de de yükseldiğini, İslamcı Refah Partisi’nin “aşırı”milliyetçi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile seçim ittifakı yaparak da olsa yüxde 10’luk seçim barajını aştığını ve Parlamento’ya girdiğini belirtti.

“Bakın” dedim ve başladım anlatmaya:

“Türkiye Cumhuriyeti laiklik temelinde kurulmuştur. Egemenlik, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Tanrısal değildir. Atatürk’ün devrimleriyle gökyüzünden alınıp yeryüzüne indirilmiş ve ulusa devredilmiştir.

Böylece, kimi eksiklik ve yetersizliklerine rağmen Türkiye’de işleyen bir demokrasi için gerekli maddi temeloluşturulmuştur. Artık buradan geriye dönüş, bir din devletine gidiş söz konusu olamaz.”.

En ufak bir kuşkum yoktu.. Laik ve demokratik Cumhuriyet düzeninin Türkiye’de geniş halk kesimleri tarafından içselleştirildiğine inanıyordum. Bu nedenle, laik rejimin herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kalabileceğini aklımın ucundan dahi geçirmiyordum.

Fransız gazeteciyi ikna etmiş olmalıyım ki, yazısında İran’ın Türkiye’yi etkileyemeyeceğini kaydetti. Benim ağzımdan da, Türkiye’nin laik düzeniyle, aralarında İran’ın da olduğu bütün İslam ülkeleri için en gerçekçi demokrasi umudu olduğunu aktardı.

Bugün..

O günden bugüne çok zaman geçmedi. Ancak Türkiye’de, özelllikle AKP iktidarıyla birlikte çok şey değişti.

Türkiye, laik demokrasinin geleceği konusunda son derece kritik bir dönemece girmiştir.

Rejimin temel dayanakları tehdit altındadır. AKP iktidarının en güçlü isimleri her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine ve Türk Devleti’nin temel kurumlarına saldırmakta, bunu da demokrasi olarak pazarlamaya çalışmaktadır.

Kimse kendini kandırmasın. AKP’nin demokrasi, demokratikleşme gibi bir gündemi yoktur.

Öncelikle, AKP demokrasiyi bir siyasal rejim olarak algılamamaktadır. Ötesinde, demokratik rejimin içerdiği eşitlikçi ve özgürlükçü özellikleri de benimsememektedir.

AKP demokrasiyi, iktidara gelmenin meşru bir aracı saymaktadır. İktidar sürecinde de, “din düzeni” hedefine ulaşmak için demokrasinin olanaklarından özellikle yararlanmaktadır.

Türkiye’nin AKP iktidarıyla geldiği nokta ortadadır.

Hem devlet yönetiminde hem de toplumsal yaşamda din etkisi gözle görülür biçimde artmıştır. Bu da pek çok çevrede, “acaba yaşam biçimimiz de mi değişecek, İran’a, Suudi Arabistan’a mı benzeyeceğiz” korkusunu yaratmıştır.

Bu korku temelsiz değildir.

AKP, “Ilımlı İslam” kılıfıyla çağdışı bir siyasal İslam anlayışının peşinde koşmaktadır.

Bu konuda gizlisi saklısı da yoktur. Ne yapmak istediği, basının ünlendirdiği deyişiyle “gündemi” son derece açıktır.

AKP, Türkiye’ye “din düzeni” getirmeyi hedeflemektedir.

“Cumhuriyet düzeninin yerini daha İslami bir yapıya bırakması vaktinin geldiğini” söyleyen bir kişinin, bürokrasinin en tepe noktası olan Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğunda ısrarla oturtulması, bu hedefin en belirgin göstergesidir.

Bir diğer gösterge ise günlük yaşamı din kurallarının ve yasaklarının baskısı altına almak için iktidar olanaklarının pervasızca kullanılıyor olmasıdır.

Gelinen bu noktada, ben de bir süredir kendimi sorguluyorum.

“Türkiye İranlaşır mı” sorusuyla bugün karşılaşsam, yanıtım ne olur? Eski kararlılığımla “Türkiye hiçbir zaman İran olmaz” diye kestirip atabilir miyim? Yoksa, “olmamalı” biçimindeki içi boş bir temenniye mi sığınırım?

Doğrusu, bu sorulara içimi ferahlatacak bir yanıt veremiyorum.

Yarın..

Demokrasinin biçimsel olanakları kapsamında Cumhurbaşkanlığı makamı, önümüzdeki dönem için AKP’nin iştahını kabartmaktadır.

Nasıl kabartmasın ki?

Türkiye’de Cumhurbaşkanı “Devletin başıdır.” Bu sadece temsili bir konum değildir. Devlet düzeniyle ilgili belirleyici yetkileri de içermektedir.

Anayasa Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyeleri ile Danıştay üyelerinin dörtte biri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekili Cumhurbaşkanı tarafından seçilmektedir. Cumhurbaşkanı ayrıca, Yüksek Öğretim Kurulu üyeleri ile üniversite rektörlerinin de seçimini yapmaktadır.

Bu seçimlerin AKP zihniyetiyle yapılması halinde laikliğe nihai darbenin vurulacağı ve din devletine giden yolun iyice kısalacağı kuşkusuzdur.

Bu bakımdan, laik ve demokratik Cumhuriyetin son kalesi sayılan Cumhurbaşkanlığı makamının ele geçirilmesi, aslında devletin ele geçirilmesiyle eş anlamlıdır.

Bir an için gözlerinizi kapatın ve düşünün.. Tayyip Erdoğan ya da tarikat geleneğinden bir başka AKP’li Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı olursa ne olur?

AKP’nin devletin kilit kadrolarına yetleştirmek isteyip de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den “sakıncalı”bulundukları için dönen üçbini aşkın “dini bütün” yandaşın ataması bir çırpıda yapılmaz mı? Türban kamusal alanda da fiilen serbest bırakılmaz mı? Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den dönen imam hatipliler, kaçak Kuran kursları ve yasa dışı tarikat yurtlarıyla ilgili onlarca yasal düzenleme hemen onaylanmaz mı?

Laik Cumhuriyetin son kalesi sayılan Cumhurbaşkanlığı makamınında böylesine bir değişim, Atatürk’ten ve Onun“en büyük eserim” dediği laik Cumhuriyet düzeninden alınacak rövanş niteliğindedir.

Türkiye’de köktendinci çevreler bu rövanşı “cihat” olarak algılamaktadır.

Bu çevrelerin cihat anlayışı, dinsizliğe ya da başka dinlere karşı değildir. Türkiye’nin kurtuluşunun ve Cumhuriyetin kuruluşunun öncüsü Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Şimdi kendimize sormalıyız. Atatürk’ün rövanşını verecek miyiz? “Geliyorum” diyen karanlığa seyirci mi kalacağız, yoksa payımıza düşeni belirleyip mücadeleye mi girişeceğiz?

Bugüne kadar verdiğimiz görüntü, Atatürk’ün sırtında hala bizim adımıza Onun ücadele etmesini beklediğimiz yönündeydi. Bunu değiştirmemiz ve Atatürk’ün sırtından inip doğrudan mücadeleye girmemiz gerekiyor.

Bunu yapmazsak, duyarsızlıklarımızı, umursamazlıklarımızı ve korkularımızı sürdürürsek, Atatürk dahi bizi taşımakta zorlanabilir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.