HRANT DİNK VE TÜRKİYE’YE SIKILAN KURŞUN

733

Resmi açıklamalar, Hrant Dink’in kimi resmi görevlilerin görevlerini yapmadığı için öldürüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır

Hrant Dink’in katledilmesi planlı, örgütlü bir siyasi komplo mu? Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak, Irak’tan uzak tutup İran’a karşı kullanmak amacıyla düzenlenmiş bir provokasyon mu? Yoksa, kendisini “milliyetçi-mukaddesatçı” sanan bir ya da birkaç ırkçı nefret meczubunun “sözde infazı” mı?

Umarız, tetikçinin ve birkaç arkadaşının yakalanmış olması, bu sorunun yanıtının önceki siyasi cinayetlerdeki gibi karanlıkta kalmasına yol açmaz. Öncelikle, Trabzon’daki izi açıkça ortaya çıkan cinayet hücresinin ideolojik ortamı ve bu ortamı besleyip büyüten karmaşık ilişkiler ağı bu kez kararlılıkla izlenir ve aydınlatılır. Hiç bir şey karanlıkta bırakılmaz.

Bunun için, önceki siyasi cinayetlerin aydınlatılmasında gösterilen performansın aşılması Türkiye’nin sorumluluğudur. Burada kahpece ve korkakça arkasından vurulan sadece Hrant Dink değildir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın sözleriyle, onun şahsında bir kurşun da Türkiye’ye sıkılmıştır.

Türkiye düşmanlığı mı?

Hiç kuşkusuz, Hrant Dink cinayetinin sonuşları Türkiye’yi iyice zora sokacaktır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde Türkiye’ye, Hrant Dink’in katledilmesinden daha fazla zarar verebilecek bir olay düşünülemez.

İşte Avrupa, işte Amerika.. Türkiye karşıtlığı alabildiğine yükselmişe, Türkiye’ye karşı beslenen önyargılar daha da güçlenmişe benzemektedir.

Bu acı olayın Türkiye’de, etnik ve dinsel ayrımcılığı reddeden, düşünce özgürlüğüne kucak açan bir ulus-devlet dayanışması yaratması görmezden gelinmektedir. Türkiye “farklı kimliklere”, açık anlatımıyla azınlıklara; farklı düşüncelere tahammülü olmayan, hoşgörü göstermeyen barbar insanların yaşadığı bir ülke olarak suçlanmaktadır.

Oysa Türkiye, Ermeni soykırımını bırakın reddetmeyi, tartışmayı dahi yasaklayan, 90 yıl önce Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşanmış bir savaş trajedisini soykırım olarak tanımlamayı yasa gücüyle antidemokratik bir “resmi tarih tezine” dönüştüren çoğu Batılı ülkeden çok daha özgürlükçü ve çağdaş bir çabanın içindedir.

Buna rağmen Hrant Dink cinayeti, Ermeni soykırımı iddialarının güncel ve geçerli bir kanıtıymış gibi istismar edilmek istenmektedir.

İngiliz Independent gazetesinde Robert Fisk’in “Dink, soykirimin 1.500.001’inci kurbani oldu” biçimindeki değerlendirmesi, bu arada birden çok Batılı gazetede Türkiye’nin“geçmişiyle yüzleşmeye” çağrılması, bu istismarın ilk işaretledir.

Ötesinde, Ermeni örgütleri bu cinayetin ABD Kongresi’nin gündemine taşınmasına çalışılan “Ermeni Soykırım Kararı’nın” geçirilmesi için fırsat yarattığını açıklamış, Fransız Senatosu’nu da Temsilciler Meclisi’nden geçen Ermeni soykırımı tartışmaya dahi hapis cezası getiren faşizan yasayı onaylamaya çağırmıştır. Bu da istismarın gelecekte ulaşacağı boyutu sergilemektedir.

Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin, bırakın AB’yi, çağdaş dünyadan dışlanması için kötü niyetli çabalar yoğunlaşacaktır. Kıbrıs ve Kuzey Irak gibi ulusal konularda üzerimizdeki baskı daha da yoğunlaşacaktır. Ermenistan Parlamento Başkanı’nın “Bu cinayet sonrası Türkiye AB üyeliği rüyasını unutabilir” demesi rastgele bir temenni olmanın ötesindedir. Bu yaklaşım, “Uluslararası Gazeteciler Cemiyeti” adlı bir kuruluşun “Türkiye’yi dünyanın sekizinci tehlikesi” ilan etmesiyle örtüşmektedir.

Türkiye’nin dört bir koldan etnik ve dini cemaat temelinde karıştırılıp federasyonu, dolayısıyla bölünmeyi tartışmaya zorlandığı kuşkusuzdur.

Ne yapmalı?

Peki, biz ne yapacağız? Ne yapmalıyız?

Öncelikle, Hrant Dink’in katledilmesini, fanatik Ermeniler tarafından katledilen diplomatlarımızla kıyaslama saçmalığına kendimizi kaptırmamalıyız? Onlarca Türk diplomatının ırkçı nefretle katledilmesini ve canilerin korunup kollanmasını görmezden gelenleri, kendi ayıplarıyla baş başa bırakmalıyız.

Bunu sorgulamak bugün için bizim işimiz olamaz. Bizim bugün yapmamız gereken, Hrant Dink’in katledilmesini, diplomatlarımızın fanatik Ermeniler tarafından katledilmesini nasıl lanetlediysek aynı şiddetle lanetlemektir. Bunun için “Ermeni olmamıza” da gerek yoktur. Bunu Türk olarak ve Türk kalarak yapmalıyız. O zaman etnik kökenimizin, dini inancımızın ötesinde insan olabiliriz.

Unutmayalım, biz Türkiye’de idam cezasını 1983 yılından buyana uygulamıyoruz. Bu konuda pek çok Avrupa ülkesine göre ön alabildik. Günümüzde cinayetle özdeş sayılan bu cezayı yasalarımızdan da bütün güçlüklerine karşın 2000’li yıllara girdiğimizde çıkardık.

Türkiye’de bizim hiç bir cinayeti, hiç bir gerekçeyle sahiplenmemiz, küçümsemiz söz konusu olamaz, olmamalıdır.

Batılı ülkelerde yükselen Türkiye karşıtı milliyetçi dalgadan yakınıyoruz. Avrupa’da faşizmin hortladığını, Yahudilerin yerine bu kez biz Türklerin koyulduğunu söylüyoruz. Bize karşı uygulanan “çifte standartları” örnek gösteriyoruz.

Şimdi biz de mi aynı tuzağa düşeceğiz? Irkçı nefrete ırkçı nefretle mi karşılık vereceğiz?

Bu özenle ve sabırla kaçınmamız gereken bir tuzaktır. Yüzyılların mirası olan hoşgörümüzü her koşulda korumamız bizi biz yapacak güçtür.

Hrant Dink’in, özellikle Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili düşünce ve değerlendirmelerini beğenmiyor olabiliriz. Ancak düşüncelerini özgürce açıklamasının onun en doğal ve yaşamsal hakkı olduğunu unutamayız. Kendimizi, farklı düşünceyi yasayla cezalandıran Avrupa’nın sözde demokrat, özde faşist ülkelerine benzetemeyiz.

Ben de, Hrant Dink’in Ermeni soykırımı iddiaları konusundaki görüşlerinin tarihi gerçeklerle örtüşmediği kanısındayım. Bunu bir televizyon programında kendisiyle açıkçatartışmıştım da.. Ancak bu, Hrant Dink’in düşünceleri, değerlendirmeleri nedeniyle yargılanmasına yazdığım her yazıda karşı çıkmama engel olmadı.

Eğer Fransa’da, İsviçre’de ve öteki Avrupa ülkelerinde düşüncelerimi, bilgilerimi özgürge savunmak istiyorsam, bunun gereğini kendi ülkemde farklı düşüncelerin özgürce seslendirilebilmesi için de yapmam gerekir diye düşünüyorum. Bu anlayışla, Hrant Dink’in yargılanmasına karşı çıkarken, şimdi de kahbece, korkakça arkasından kurşunlanmasını hiç kabul edemiyorum.

Hicbir gerekce, aynen diplomatlarımız gibi, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu,Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu gibi, Hrant Dink’in de katledilmesini kabul edilir kılamaz. Bunların hepsi insan yaşamına kasdeden utanç verici cinayetlerdir.

Güvenlik var mı?

Aradan kaç gün geçti, İstanbul Valisi’nin televizyonlarda izlediğim güvenlik konulu açıklamaları gözümün önünden gitmiyor.

Vali, emniyetten sorumlu yardımcısının Hrant Dink’i makamına çağırdığını, beraberinde “dostlarım” diye tanıttığı istihbaratçılarla Dink’i “yazdıklarına dikkat etmesi” konusunda uyardığını itiraf ediyor. Ancak, büyük bir pişkinlikle “bir gözdağı verilmesinin söz konusu olmadığını” söylüyor.

Hiç olacak iş mi?

İstanbul’un emniyetten sorumlu vali yardımcısı bir kişiyi makamına çağıracak, beraberinde kimliği meçhul istihbaratçılar, “ölüm tehditlerini” konuşacak ve bu kişi aradan bir kaç gün geçtikten sonra İstanbul’da işyerinin kapısının önünde katledilecek..

Nasıl bir güvenlik zaafıdır bu?

“Hrant Dink koruma istemedi” gerekçesi bu güvenlik zaafının mazereti olamaz. Özelde İstanbul Valiliği ve emniyetinin, genelde devletin güvenlik konusundaki kararlılığını ortaya koyması kaçınılmazdır. Bir kişi, kim olursa olsun, ölüm tehditleri aldığını devlete bildiriyor ve bu bilgi ciddiye alınıp o kişiyle özel bir görüşme yapılıyorsa, yakın koruma istemese bile kişinin evi, çalıştığı yer en azından gözetim altında tutulmaz mı?

Valinin bunlara hiç değinmeyen açıklamaları “geliyorum” diyen bir cinayeti engellemeyi becerememiş olmanın utancını ort<aya koymaktadır. Hrant Dink’in kimi ilgilelerin görevlerini yapmadığı için öldürüldüğünü sergilemektedir.

Bu cinayetin sorumluluğu, tetikçiden işi planlayıp örgütleyen beyinler kadar, gerekli güvenlik önlemlerini almamış olanlara da aittir.

Gözümüzün önündeki bu aymazlığın, bu güvenlik zaafının hesabının sorulması, kim istifa edecekse onun istifa etmesi, kim görevden alınacaksa bunun vakit geçirilmeden yapılması, Hrant Dink’in katlinin bütün boyutlarıyla ortaya çıkarılmasının ön koşulları arasında ilk sıralardadır. İlgili siyasilerin, valinin, vali yardımcısının, emniyet müdürünün ötesinde, o istihbaratçı denilen kişiler kimlerdir, Hrant Dink’e yazdıklarına dikkat etmesini söyleme küstahlığını hangi makam ya da servis adına yapmışlardır?

Bu sorunun yanıtı da karanlıkta kalmamalıdır. Ancak o zaman, sabahtan akşama komplo teorileriyle yatık kalkmaktan, utanç altında ezilmekten kurtulabiliriz. Ancak o zaman, bu pis işlerin arkasında bir yabancı gizli servis mi var, yoksa gladio-kontrgeriia artığı bir iç yapılanma ya da durumdan vazife çıkarıp kendilerine milleti, mukaddesatı kurtarma misyonu biçen meczuplar mı, gerçeğe ulaşabiliriz.

Aynaya baktınız mı?.

Bir sözüm de bizim basının kimi kalem erbabına..

Köşelerinizde Hrant Dink ile yakınlığınızı, bu alçak cinayetten ne kadar üzüntü duyduğunuzu yazıyorsunuz. Bu konudaki her satırınıza saygı duyuyor ve acınızı bütün yüreğimle paylaşıyorum.

Ancak merak ettiğim bir konu var. Hrant Dink aldığı ölüm tehditlerini ve bu konuda valilikte karşı karşıya kaldığı skandalı bir hafta öncesinden gazetesi Agos’ta yazmış. Ben Agos okumuyorum. Ama sizin, Hrant Dink’in bu kadar yakınında olan sizin ve yönetiminizdeki yazı işlerinin gözünden hep birlikte nasıl kaçtı? Biriniz olsun bu konuyu cinayetten önce niçin gündeme getirmedi?

“Bilmiyordum” derseniz bu benim için geçerli bir mazeret olur. Size sadece, Hrant Dink’in en yakınındaydım edebiyatına son vermenizi öneririm.

Ama “biliyordum” diyorsanız, cinayet gününe kadar niçin suskun kaldığınızı sorgularım. “İstanbul valiliği ve emniyetinden daha az mı sorumlusunuz arkadaşınızın, dostunuzun katlinde”, diye sorarım.

Aynada kendinize bakın ve yanıtlayın..

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.